Pakdil, Aliya veya Efsaneleştirerek Etkisiz Kılmak

27 Ekim 2020

Hüseyin Su’nun ifadesiyle ‘suskunluğuyla bile çevresindeki her insanı sürekli diri tutan, dürten, canlandıran’ Nuri Pakdil’in vefatının üzerinden bir yıl geçti. 18 Ekim’den bir gün sonrası ise büyük fikir ve devlet adamı, ‘Bilge Kral’ Aliya İzzetbegoviç’in 17. ölüm yıldönümü. Hayatlarını İslam’a adayan bu iki büyük şahsiyeti vefat yıldönümleri vesilesiyle andığımız şu günlerde onları merkeze alarak, onların projeksiyonundan kendimize ışık tutmaya ihtiyaç da var, açıkçası zaruret de var. Atasoy Müftüoğlu’nun ifadesiyle ‘içinde bulundukları toplumun yörüngesi olan merkez insanlar’ hayatlarında oldukları gibi vefatlarından sonra da geride kalanlar için ‘hiza taşı’ vazifesi görürler. Diğer taraftan unutmamak lazım ki; odağında bu insanların yer aldığı iddialı anmalarımız ancak bu tür işlevleri varsa önemli ve anlamlıdır. Aksi taktirde sofistike bir sessizleştirme/susturma taktiği de olan/olabilen anmaların günümüz dünyasında daha çok bu yönleriyle, görev savıcı bir ritüel olarak, kullanıldıklarını biliyoruz. O yüzden anmalarımızdaki aşırılık biraz da içeriğe olan uzaklığımızdan, o uzaklığı görünmez kılma telaşımızdan kaynaklanmıyor değil.

***

Özellikle 2011 yılında Kuzey Afrika’da başlayan ve kültür-medeniyet coğrafyamızı alt üst eden gelişmelerin küresel hesaplarla/hesaplaşmalarla birlikte beka tartışmalarına yol verdiği bir süreçten geçiyoruz. Tarihin hızlandığı bu kritik sürecin çok daha ağır bir benzerini çok değil daha çeyrek asır evvel Balkanlar’da, Bosna Savaşı’nda yaşamıştık. Yüz binden fazla insanın ölümüne yol açan savaş güven ve refah adası Avrupa’nın göbeğinde yaşanmıştı ve bizler Batı’nın merkezinde yaşanan bu soykırımda sadece düşmanlarımızın ölçü tanımayan insandışılığını problem etmiştik. Yaşadığımız dünyanın pek çok yerinde varoluşumuzla ilişkilendirdiğimiz ilke, değer, mekân, ilişki vs. alt-üst edilirken savunmacı halde aynı okumayı sürdürdüğümüz şu günlerde yine varoluşsal tedbirler almak zarureti ile karşı karşıyayız. Türkiye’nin ve Müslümanların ufkunu dolayısıyla sorumluluk alanını genişletme mücadelesini özenli bir ‘yaşama dikkati’ ve “ayrıntılarda hakikati boğmamak’ tavrı üzerinden veren merhum Pakdil’in mücadelesi ne haldedir, bizim bu mücadeleyle ne tür ilişkimiz var acaba? Veya Aliya’nın düşman abartan kolaycılığa ve esas itibariyle ‘kendini sorgulamak’tan muafiyet talep eden sorumluluk kaçkınlığına ilişkin hayati ikazları hoş bir söylenceden öte bir anlam ifade etti mi veya ediyor mu? “Açık konuştuğum için beni bağışlayın. Güzel yalanların bize faydası olmaz; ama acı gerçekler ilaç olabilir… Batı çürümüş değil; güçlü, örgütlü ve eğitimli. Okulları bizimkilerden iyi, kentleri bizimkilerden temiz. İnsan hakları düzeyi yüksek ve sosyal yardım konusunda daha örgütlü. Batılılar çoğunlukla sorumlu ve dakik kişiler. Bunlar, Batılılardan edindiğim tecrübelerim. Batılıların ilerlemelerinin karanlık yönünü de biliyorum ve bunun gözümden kaçmasına izin vermiyorum. Hakikat, İslam en iyisi! Ama biz en iyisi değiliz. Batı’dan nefret etmek yerine onunla rekabet etmeliyiz.” Müslüman liderlere İran’da böyle seslenmişti Aliya.

Bugün de düşmanın yanlışları, kötülükleri, eksik ve yanlış yaptıkları üzerinden  kendi gerçekliğine karartma uygulayan, yapıp ettiklerini mazur ve meşru gösteren varoluş stratejimizi bu vesileyle yeniden gündem etmemiz gerekiyor. Şayet, gönlünün yarısını Mekke, diğer yarısını Medine kılıp üstüne ince bir tül gibi Kudüs’ü geren, ’gerilmiş yay gibi yaşama hassasiyeti,  adanmışlığın tecessüm etmiş hâli’ olan Nuri Pakdil’i, şartlar ne olursa olsun ilke ve değerlerini korumayı inancının/kimliğinin/kişiliğinin gereği görerek soykırım şartlarında bile ‘düşmanlarına adalet borçlu olduklarını’ belirten Aliya’yı anmamızın bir sahiciliği varsa.

***

Rivayete göre tahtını kaybeden ve Hristiyan idarecilere bağlılık yemini edip Gırnata’dan ayrılan XII. Muhammed şehre hâkim Padul tepesinden son defa Elhamra’ya bakarak derin bir ‘ah’ çekip ağlamaya başlar. ‘Ultimo Suspiro del Moro’ (Arap’ın son iç çekişi) olarak nitelenmişti bu hadise. O günden bu yana baktığımızda, İslam tarihinin en parlak ve sancılı bölümlerinden olan sekiz yüzyıllık Endülüs tecrübesinin ‘Ultimo Suspiro del Moro’ tabirini haklı çıkarttığını görüyoruz. Zira Endülüs, Müslüman zihinde tarihsel bir gerçeklik yerine unutulmaya yüz tutmuş bir hayal, kaynağı belirsiz bir efsane bugün. Kudüs’e ilişkin yakarışlar, Kudüs’e ilişkin bilinç yüklü eylem çağrılarının kof bir retoriğe dönüşmesi ufuk körlüğünden muzdarip Müslümanlar için yeni bir tehlike emaresi. Kurulduğu günden bu yana sınırları sürekli genişleyen İsrail, varlığı ve ilişkisi ile küresel dünyanın işleyişine mi ayna tutuyor yoksa varlığı meçhul bir dünyanın hazin durumunu mu belgeliyor daha çok? Bilindiği üzere ‘çağın dengesizliği gidermek’ misyonuyla Müslüman kimliği rabıtalandıran Nuri Pakdil ve ‘Sırplar bizim öğretmenimiz değil” diyen Aliya; ölüm yıldönümlerinde sahici bir hatırlamanın içindelerse bize ne söyledikleri, neyi miras bıraktıkları üzerinden ele alınmak durumundadırlar. Müslümanlar hatta tüm insanlar için birer ‘hiza taşı’ olan bu insanları gündelik siyasetin, özensiz rutinin yakıtına indirgeyerek kendimize operasyon çekmek yetmiyormuş gibi bu aziz insanları ve onların aziz hatırasını kirletemeyiz. 

***

Meseleyi bütüncül görmek, etraflıca değerlendirmek gerekiyor. Coğrafyamızın ahvali ve insan kalitesi ile ‘İhale Kanunu’muz arasında irtibat kurulmazsa, İslam dünyasının varlığı ve niteliği ile istihdam politikamız arasındaki kopmaz ilişki görülmezse bu insanları anmanın kandırmaca olduğunu bilelim. Toplumsal duyarlılıklarını, gündemlerini, ilişkilerini bu bağlama oturtmak yerine ayartılmış bir ilişki içerisinde dengesini yitirenlerin ‘çağın dengesizliğini gidermesi’ nasıl mümkün olabilir? ‘Yarımşar simit yiyelim, bir simit yersek dünyadaki açlardan sorumlu olacağız’ bilinciyle yaşayan Nuri Pakdil’in,  ‘güzel yalanlarla avunmak yerine acı gerçeklerle’ yüzleşmeye çağıran Aliya’nın, Hüseyin Su’nun Nuri Pakdil’e ilişkin yerinde ifadesiyle, ‘efsanesinin’ dinlendiği ancak ‘düşünsel, yazınsal üretiminden’ habersiz kalındığı bir ilişkinin bizi güçlü ve nitelikli kılabileceğini düşünmek mümkün mü? Ne bürokrasinin ışıltısına, ne şan ve şöhretin parıltısına ne de iktidarın/siyasetin ayartıcılığına yüz veren bu iki büyük insanı rahmetle anarken tarihin bu kritik anında Türkiye’deki Müslümanların vermesi gereken mücadelenin mikrodan makroya uzanan çok büyük ve çok boyutlu bir mücadele olduğunu yeniden hatırlamak durumundayız. Anmalar, ölümler bunun için bir fırsattır. Bu fırsatı ‘efsane’ anlatıcılığı şeklindeki bir sessizleştirmeye/susturmaya dönüştürmek yerine anmanın sorumluluk üstlenmek olduğu bilinciyle yol almak durumundayız. Evet, anmak sorumluluk üstlenmektir! Anmak anılanın hatırasına sahip çıkma iddiasıdır! Anmak anılanı ‘efsane’ olmaktan çıkarıp ‘düşünsel, yazınsal üretimiyle’ yüzleşmektir. Hem Nuri Pakdil, hem de Aliya İzzetbegoviç hayatları ve miraslarıyla varoluşsal yüzleşmeye bizi çağırıyorlar. Hepimiz davetliyiz.

 

Yazıdaki Nuri Pakdil’le ilgili alıntılar Hüseyin Su’nun Şule Yayınlarından çıkan ‘Entelektüel Öfke Nuri Pakdil’ kitabından alıntılanmıştır.

 

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 284 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.