Marianne Wincler, hukuk fakültesini bitirir bitirmez evlenmiş, 23 yıllık "ev hanımlığı"ndan sonra kocası tarafından önce aldatılıp sonra terk edilmiştir. Kendini bir anda, başının çaresine bakma ve ayakta kalma mücadelesinin içinde bulan Marianne, hayata sil baştan başlamak zorundadır ve yıllarca yaşadığı Paris'i terk ederek geçici işlerde çalışabilmek için Normandiya bölgesindeki Caen şehrine gelir. Ürkek bir şekilde iş bulma kurumuna başvurur lakin çok deneyimsizdir, herhangi bir cv bile hazırlamamıştır. Görüştüğü memur ona, iş bulabilmek istiyorsa temizlik şirketleriyle görüşürken "her işi yaparım, pazar günleri de dahil her gün çalışabilirim." gibi cümlelerle kendini iyi pazarlaması gerektiği telkinlerinde bulunur. Başvuruda bulunduğu firmalar Marianne'yi detaylı sorgulamalar yaptıkları mülakatlara tabi tutarlar. Arabasının olmaması büyük handikaptır, zira sabah saat altıda başlaması gereken işe kendi imkânlarıyla ulaşmak zorundadır. Ayrıca dakik ve disiplinli olmalı, kurallara uymalıdır. Aksi takdirde derhal kapıya konulacaktır.
Marianne temizlikçi kadın olarak başladığı ilk işinden sadece kirasını ödeyebilecek bir gelir elde edebilecektir. O yüzden başka işler de bulmalıdır. Ama öncesinde temizlik işiyle ilgili kurs alıp sertifika sahibi olmak zorundadır. Kursta ilk öğretilen bilgi şudur: Selamını bile almayan, onu insan yerine koymayan kişilerle karşılaştığında saygıda kusur etmemeli, gülümsemeli, merhaba demeli ve teşekkür etmelidir.
Marianne ilk işinde çok zorlanır çünkü hayatında hiç umumi tuvalet temizlememiştir. Canla başla çalışır fakat kontrolörler tarafından yaptığı temizliğe bahane bulunur, çok kaba biçimde uyarılır. Çalışandan makine hızı ve titizliği bekleyen şirketin, talep ettiği hizmetle çalışana verdiği süre çok orantısızdır. Dolayısıyla haksızlığa maruz kalan Marianne itiraz etmek istediğinde, kendisinden yüksekteki kişilere ders vermeye kalkıştığı gerekçesiyle işten kovulur, kovulmakla kalmaz bir de hakarete uğrar.
Gençlik yıllarından beri piyasanın dışında kalmış olan Marianne, karşılaştığı gerçekler karşısında afallar. Alt sınıfın çalışma koşulları içinde geçirdiği kısa sürede; düzenli maaşı, sigortası, ücretli izinleri olan gerçek bir iş sahibi olabilmesinin ulaşılmaz olduğuna kanaat getirir.
Marianne'nin süreç içinde edindiği dostları vasıtasıyla külüstür bir arabaya sahip olmasıyla önündeki iş seçenekleri artacak, sabah 4.30'da başladığı mesaisi üç-dört farklı iş için gece 23'e kadar oradan oraya koşturarak geçecektir.
Fransız senarist ve yönetmen Emmanuel Carrère'in, vapurlarda kamaraları temizleyen geçici işçi statüsündeki kadınların arasında aylarca çalışan gazeteci Florence Aubenas'in kaleme aldığı kitabın hikâyesinden uyarladığı 2021 yapımı film, ekonomik kriz, işsizlik, güvencesiz çalışma koşulları ve prekaryalaşma kavramlarını ele alıyor.
Komple bir dönüşüm yaşıyoruz. Kapıldığımız bu hızlı değişim anaforunda hiçbir şey aynı kalamıyor. Sanayi sonrası post modern dönemde dijital kültür baş döndürücü hızla dönüştürüyor önüne kattığı her şeyi. Üretim ilişkileri, ekonomi-politik, düşünsel-felsefi hegemonya, mimari, inanç ve kültür müktesebatı, geleneksel aile kavramı, ilişki biçimleri vs. her şey nasibini alıyor bu köklü dönüşümden. 1980 yılı itibarıyla küresel dünyanın kodifikasyonunu, işleyişini belirleyen bir sistem inşa edilmiş gözüküyor. Ekonomik ve kültürel hayatın organizasyonunu da köklü bir değişime uğratan bu sistem, 2000 sonrası gelen dijital devrime de kolayca uyum sağlayınca ortaya tüm dünyada cari olan ürkütücü bir tablo ortaya çıkıyor. 1980 sonrası dünyada ve Türkiye’de yaşanan neoliberal değişim rüzgarıyla ulusal piyasalar küresel piyasalara uyumlu hale getirilirken sosyal devlet büyük oranda etkisizleştiriliyor, kamusal hizmetler kısılıyor, özelleştirmeler yoluyla bu hizmetler piyasaya bırakılıyor. Bu değişim dalgası en çok iş hayatını ve çalışanları etkiliyor. Yaşam tarzı ve çalışma şartları klasik işçi sınıfına göre oldukça farklı bir sınıf gelişiyor. Öyle bir sınıf ki sadece yakasızları veya mavi yakalıları değil beyaz yakalıları da içine alıyor. Filmde ele alınan temizlik işçileri örneği yanıltmasın. Prekaryayı sadece aylık kazancı en düşük durumda olanlar oluşturmuyor. Filmdeki kadınların yaşadığı geçicilik, istikrarsızlık, belirsizlik, öngörülemezlik, güvencesizlik, geleceksizlik gibi hissiyatları yaşayan tüm çalışanlar prekarya kapsamına giriyor.
Guy Standing'in Prekarya Yeni Tehlikeli Sınıf ' başlıklı eserinde ele aldığı gibi artık eskinin proletarya, orta sınıf vb kavramları mevcut durumu karşılamaya yetmiyor. Bu gibi kavramlar "mcdonaldlaşan" küresel ekonomide işlevsiz kaldılar. Proleteryanın özlük hakları ve iş güvencesi sözleşmelerle garanti altına alınmıştı. Bugünün çalışanlarının hayalini bile kuramadığı "istikrar" gibi bir avantajı söz konusuydu. Emekli olana kadar mevcut işinde çalışabileceğine emin olabiliyordu. Düzenli mesaisi, iş dışı özel bir hayatı vardı. Standing’in deyişiyle, proletarya “zamanının kontrolüne” sahipti. Ayrıca sırtını yaslayabileceği, kendini güvende hissetmesini sağlayan sendikalar tarafından korunuyor, siyasetle bile uğraşabiliyordu. Günümüz prekaryası bunların hiçbirine sahip değil. Prekaryalaşmayı temizlik çalışanları üzerinden ele alan filmde detaylıca resmedildiği gibi yeni çalışma koşullarının en temel özelliği geçicilik ve güvencesizliktir. Günümüz işçisi herhangi bir gelecek planı yapamadığı gibi patronla masaya oturup pazarlık yapabilecek konumda da değil.
Prekarya kavramına en açık tanımlamayı, "Artık Hepimiz Prekaryayız" başlıklı kitabında prekaryalaşma olgusunu en kapsamlı şekilde inceleyen Alphan Telek getiriyor:
"Prekarya iş bulmakta zorlanan, iş yerinde yöneticileri karşısında güçsüz olan ve yöneticilerinin sözünden çıkamayan, hedef performans sistemi altında stresle boğuşan, aylık geliri harcamalarına yetmeyen, krediyle yaşamak zorunda kalan, vergilere tepki duyan, tatil yapamayan, siyasetçilere güvenmeyen, stres ve öfkeyle yaşamak zorunda bırakılan, aldığı eğitimle yaptığı iş arasında dağlar kadar fark olan ve en nihayetinde kendi hayatı üzerinde kontrole sahip olamayanların oluşturduğu bir sınıf."
Kaotik, belirsiz ve güvencesiz iş koşulları insanların endişe, korku ve güvensiz bir şekilde çalışmalarını ve yaşamalarını beraberinde getiriyor. İnsanlar yarınından şüphe duyarak, rızık endişesi içinde yaşıyor. Güvencesizlik korkularla dolduruyor hayatı. Korkularımızla düşünüyor, karar veriyoruz. Değerlerimize ve ilişkilerimize korkularımız yön veriyor. Örgütlü gücü, sendikası, siyasi temsilcileri olmadığı için en temel haklarını bile dile getiremeyen günümüz çalışanı için işten çıkarılma, ekmeğinden olma korkusu travmatik bir olgu. Dolayısıyla işsizlik korkusunun en büyük güvencesizlik olduğunu söyleyebiliriz. Tüm dünyada sendikaların etkisizleştirilmesi, çalışanları koruyan şemsiyeyi yok etti. Haliyle patronların gönlünce at koşturacağı bir saha ortaya çıktı. Sadece patronlar da değil Türkiye’de devlet de bu konuda vahşi kapitalist bir patrondan farksızdır. Her yıl 100 bin civarında ücretli öğretmeni sigortasını bile tam yapmadan, asgari ücretin neredeyse yarısı bile olmayan ücretler karşılığı köle gibi kullanır. Aynı şekilde Halk Eğitim Merkezleri’nde ders ücreti karşılığı yaklaşık 100 bin usta öğreticiyi hemen hemen hiçbir özlük hakka sahip olmadıkları halde çalıştırır. Israrla kadro vermez. Yeni atadığı öğretmenleri sözleşmeli olarak alır. Onları yandaş sendikanın makam sahibi yaptığı liyakatsiz müdürlerin mobingine açık hale getirir. Devletin memurları da aynı özel sektördeki gibi yarın işten atılır mıyım, sözleşmem yenilenmezse ne yaparım endişesiyle, korku ve stresle çalışmak zorunda kalır.
Şimdi, meseleyi biraz geriden alalım.
Katı modernite veya ağır kapitalizm olarak adlandırılan sanayileşme döneminde sermaye ile işgücü arasında karşılıklı bir bağımlılık ilişkisi söz konusuydu. İşçiler geçimlerini sağlamak için işe ihtiyaç duyuyordu, sermayenin de gelişmek için insan gücüne ihtiyacı vardı. Bu ikisinin buluşma yeri fabrikaydı. Zgymunt Bauman'ın deyişiyle sermaye ile işgücü iyi günde kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta ölüm onları ayırıncaya kadar birleşmişti. Bu karşılıklı bağımlılık ilişkisi güçlü sendikaların ortaya çıkmasıyla işçi haklarının gelişmesini de beraberinde getirmişti.
Henry Ford, hareketli işgücünü dizginlemek ve kendine bağlamak için, çalışanların ürettikleri arabaları alabilmelerini arzu ettiğini söyleyerek işçilerin ücretini iki katına çıkarmıştı. Çünkü Henry Ford'un serveti ve iktidarı onların çalışmasına ve emeklerine bağlıydı. İşçiler fabrikaya bağlanmalı ve güçleri tükenene kadar Ford için çalışmalıydılar. Nitekim "Ford fabrikalarında çırak olarak işe başlayan biri, çalışma hayatının sonuna kadar aynı yerde kalacağından emin olabilirdi. Zira ağır kapitalizmin zaman mefhumu uzun vadeliydi." "Uzun vade" anlayışı akışkanlığın hâkim olduğu günümüzde yerini "kısa vade"ye bıraktı. Tüm insan ilişkilerinde olduğu gibi "ölüm bizi ayırıncaya kadar" anlayışının modası geçti.
Richard Sennet'in verilerine göre ortalama bir eğitim düzeyine sahip Amerikalı bir genç, çalışma hayatı boyunca en az on bir kez iş değiştiriyor. Bauman'a göre artık esnekliğin hakim olduğu iş hayatında bilinen anlamda iş kavramı geçerliliğini yitirdi. Kısa vadeli sözleşmelerle ya da sözleşme olmadan verilen güvencesiz işlerin geçerli olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Yani belirsizliklerle dolu iş hayatında beyaz yakalıların da içine dâhil olduğu bir prekaryalaşma süreci yaşadığımızı söyleyebiliriz.
Bauman, Akışkan Modernite eserinde Robert Reich'e atıfla ekonomik faaliyet içinde bulunan insanların dört kategoriye ayrılabileceğini söyler: Birinci kategoride fikir üreten ve bunları pazarlanabilir kılan "simge cambazları" yer alıyor. İşgücünün yeniden üretimini sağlayanlar ikinci kategoriyi oluşturuyor. Üçüncü grupta ise kişisel hizmet alanında istihdam edilenler yani ürünleri satanlar ve ürünler için arzu üretenler yer alıyor. Dördüncü kategoride ise işgücünün en alt katmanı olan "rutin işgücü" bulunuyor. En kolay gözden çıkarılabilir, atılabilir veya değiştirilebilir parçalardır bunlar. İşverenlerin ellerinden kaçırmamak için uğraşmalarını gerektirecek bir özellikleri yoktur, pazarlık güçleri oldukça zayıftır ve vazgeçilebilir olduklarının farkındadırlar. Geçicidirler, o yüzden iş yeriyle de iş arkadaşlarıyla da duygusal bir bağ kurmazlar. Onlara güvenmezler, iş yeriyle özdeşim kuramazlar. Her an kapıya konulma korkusuyla yaşarlar.
Filmde hikâyeleri aktarılan çalışanlar işte bu dördüncü kategorideki vasıfsız rutin iş gücüdür. Filmdeki temizlikçi kadınlar kurgu gereği birbirleriyle sıkı bir dostluk ve dayanışma içerisine girebiliyorlarsa da işverenleri tarafından verilen ücretle ve uygun görülen çalışma koşullarıyla çalışanlar değersizleştiriliyor, değersizlikleri önemle hissettiriliyor. Zira dışarıda aynı işi hiç sıkıntı çıkarmadan yapmak üzere onların yerini almayı bekleyen binlerce işsiz vardır. O yüzden çalışanlar iş yükünün olanca ağırlığına ve çalışma saatlerinin uzunluğuna rağmen herhangi bir ekstra talepte bulunmayı aklından dahi geçirmez. Ayrıca prekaryanın çalışma süresi ortalama altı ayı geçmediğinden uzun vadeli, örgütlü mücadeleyi yapacak bir vasat da yoktur.
Prekaryalaşmanın tüm acımasızlığıyla ülkemizde de yaşandığını betimlemek üzere bir Türk filmine gidelim.
Çağrı merkezi çalışanlarının iş yaşamını yan hikâye olarak işleyen 2009 yapımı Başka Dilde Aşk'ta, çalışma koşullarına itiraz yükselten çalışanların örgütsüz, sendikasız şekilde patrona karşı eylemlere girişmesi anlatılıyor. Bu yan hikâyede, üniversite mezunu pırıl pırıl gençlerin asgari ücret karşılığı ve birçok güvenceden yoksun olarak insanlık dışı şartlarda çalıştırıldıkları işler sorgulatılıyor. Filmde, üniversiteden mezun oldukları mesleklerine dair iş bulamayan vasıflı gençler, başlarında gardiyan gibi bir yönetici bağırarak dolanıp dururken dokuz-on saat boyunca oturdukları sandalyede, kafalarına geçirdikleri kocaman kulaklıklarla telefonda insanlara bir şeyler anlatıyorlar. Sürekli mobinge maruz kalıyor, kapıya konulma tehdidiyle çalışıyorlar. İtiraz yükselttikleri anda da malum sonuçla yüzleşmekten kurtulamıyorlar.
Ülkemizde bu tarz işler hayatlarının baharında olan gençlerin verimliliğini boşa harcadığı gibi hayat enerjilerini sömürüyor, sosyalleşemeden ve keyif alamadan çalışmak ruhlarını karartıyor. Piyasanın acımasız koşulları, vasıflı-işsiz üniversite mezunlarını bu tip işlerde veya zincir marketlerin ürün reyonları arasında tüketiyor. Günde on iki saat haftada altı gün hiç oturma imkânı olmaksızın ya kasada ürün okutup para alıp vererek ya da gün boyu mal taşıyıp reyon düzenlemesi yaparak dayanması gerçekten zor koşullarda asgari ücret karşılığı çalıştırılıyorlar. Ve işin en hazin yönü de, bu işlere araya tanıdık birilerini koyarak girebiliyorlar. Sözün burasında, "Eğitim sistemi, büyük sayılarda istihdam edilemez eğitimli gençler, en azından eğitildikleri alanlarda istihdam edilemez gençler yaratıyor." diyerek sorunun temeline dikkat çeken Richard Sennett'i anmadan geçmeyeyim. Keza, prekaryayı proleteryadan ayıran en önemli özellik, ciddi bir eğitim görmeyen proleteryaya göre prekaryanın son derece eğitimli olmasıdır. Bu kadar eğitimli olup da işsiz kalan, uzmanlığı dışındaki geçici işlerde heba olan öfkeli ve stresli insanların varlığı, insanlık tarihinin yalnızca bu zaman dilimine özgü olsa gerek. Çünkü eğitim artık işe yaramıyor, hayatı daha adil ve yaşanılır kılmaya yetmiyor, piyasaya patronların elini güçlendirmeye yarayacak diplomalı işsizler ordusu üretiyor.
Yukarıdaki düşük güvenceli işlerin yanı sıra, Türkiye'de hiçbir sosyal güvenceye tabi olmaksızın çalışanların toplam iş gücü içindeki payının yüzde 35'i bulduğunu Mahfi Eğilmez'in paylaştığı bir istatistikten biliyoruz. Çalışanların üçte birinin işini kaybettiği anda hiçbir güvenceye sahip olmaması prekarizasyonun tam olarak vücut bulmuş halidir. Tüm dünyada sendikalar etkisizleştirildi, çalışanları koruyan şemsiyeler kapatılıp duvara asıldı. Patronların gönlünce at koşturacağı bir saha ortaya çıktı. Böyle bir vasatta sadece yakasızları ve mavi yakalıları değil beyaz yakalıları da güvencesizleşme yani prekaryalaşma bekliyor.
İş yaşamında insanların tabi tutulduğu bu muamelenin bir de toplumsal maliyeti oluşuyor ki buna da Online Gençler Çevrimdışı Yetişkinler kitabının sahibi Ali Aydın dikkat çekiyor:
"(...)Ne var ki bu ekonomi - politiğin müminlerinin kabule yanaşmadıkları şey, üretim faktörü olarak gördükleri çalışan insanların aynı zamanda birer insan oldukları gerçeğidir. O insanların endişe, korku, belirsizlik ile sarmalanmalarının ortaya çıkaracağı maliyet ‘maliyet’ olarak görülmüyor. Kaotik, belirsiz, güvencesiz çalışma koşullarında yitirilecek olan saygı, özsaygı ve itibar yeni durumun düzenleyicileri tarafından ‘kayıp’ olarak değerlendirilmiyor. Yarınından şüphe duyan, rızık endişesi ile her an kendisini kapının önünde bulacağı bir çalışma hayatının içinde güvencesiz olarak yol alan insanlardan oluşan bir toplumda, insanların bireysel olarak yaşayacakları kişilik kırılmalarının ve bunun ‘kültür’ üzerinde ortaya çıkaracağı aşınmanın da dert edildiği söylenemez."
İngiliz ekonomist Guy Standing'e göre “oluşum içerisinde” olan ve giderek büyüyen bu sınıf, güncel meselelere ve siyasete karşı ilgisizdir çünkü düşünebildikleri tek şey bitmek bilmeyen gündelik sorunlardır. Kronik bir güvensizlik içindeki prekarya, sadece günü kurtarabilmekte ve herhangi bir gelecek inşası kuramamaktadır. Prekarya kapsamına; eğitimli işsizler, kadınlar, engelliler ve yaşlıların yanı sıra tüm dünyada son yıllarda sayıları inanılmaz boyuta ulaşan, geçmişi de bugünü de olmayan, ne oralı kalabilen ne de buralı olabilen, en kötü işlerde, ucuz, sigortasız ve güvencesiz çalışan milyonlarca sığınmacı göçmen de prekarya sınıfına dâhil ediliyor.
Juliet Binoche'nin dışındaki tüm oyuncuların temizlik sektörünün çeşitli birimlerinde çalışan kişilerden oluştuğu filme tekrar dönelim.
Kocası tarafından terk edilince geçici işlerde çalışabilmek için şehir değiştirip yeni bir hayata başlangıç yapan Marianne'nin, bir müddet sonra aslında tanınmış bir gazeteci olduğunu, öğreniyoruz. Yazar, yeni yazacağı kitabında, sorunlarını gündeme getireceği prekarya sınıfının dünyasında neler olup bittiğini anlamak, yaşayarak öğrenmek, böylece görünmeyeni görünür kılmak istemiştir. O yüzden sahte bir kimlikle temizlik çalışanlarının dünyasına girmiştir. Burada dostlar edinmiş bilhassa da kendisine, "işkence" olarak tanımlanan vapur işini bulmasında yardımcı olan Chrystele ile sıkı bir dostluk kurmuştur. Chrystele üç çocuk sahibi, dul bir kadındır ve sisteme karşı oldukça öfkeli biridir. Zenginlik hayalleri bile mütevazı olan, üç farklı işte çalışmasına rağmen zar zor geçinebilen Chrystele, Marianne'nin gerçek kimliği açığa çıktığında bundan en çok etkilenen kişi olacaktır.
Filmin en çarpıcı bölümü finaldeki Chrystele-Marianne karşılaşmasıdır:
Marianne'nin sahadaki gözlemlerine dayanarak yazdığı kitap yayınlanır ve yoğun ilgiyle karşılanır. Temizlikçi yaşamında tanıştığı herkesi davet ettiği imza etkinliğine sadece Chrystele katılmaz. Ancak Chrystele, Marilou aracılığıyla yanına çağırdığı Marianne'e ilginç bir teklifte bulunacaktır. Chrystele'in teklifi, Fransa-İngiltere arasında yolcu taşıyan (temizlikçi kadınlar için "işkence" olan) vapurun kamaralarında, bir buçuk saat içinde zamana karşı yarışarak yaptıkları temizliği son bir kez birlikte yapmaktır. Bunu yapmadığı takdirde bir daha görüşmeyeceklerdir. Çok şık giysiler içinde imza gününden gelmiş olan Marianne bu teklifi ağlayarak reddeder. Sosyal statüleri ve rolleri ortak iken sıkı dost olan iki insanın sosyal statüleri eski haline gelip rolleri değişince aralarına kalın bir duvar çekilmiş, ayrı dünyaların insanı haline gelmişlerdir ve Marianne'in temizlikçi kadın rolüne tekrar bürünebilmesi mümkün olamamıştır.
Yeni yorum ekle