Sıcak gündemin de etkisiyle etraflıca tartışma imkânı bulamadığımız bir gündemle meşgul idik bir-iki hafta önce. Suriyeliler özelinde somutlaşan mevzu esasında yabancılar, ötekiler, mülteciler ilgili gibi dursa da aslında bir yönüyle daha çok onlarla doğrudan veya dolaylı etkileşimde olan bizimle ilgili. Meselenin biraz da bu yönüne dikkat çekmek için mevzuyu tekrar tekrar gündemleştirmemizde fayda var.
Ne demişti Bolu Belediye başkanı: “Yardımı kesiyorsun, gitmiyorlar. İş yeri ruhsatı vermiyorsun, gitmiyorlar. Bundan sonra yeni önlemler almaya karar verdik. Önümüzdeki hafta Belediye Meclisi var. Yabancı uyruklu kim varsa su fiyatlarına ve katı atık ücretlerine başta olmak üzere farklı kalemlerde 10 kat zam yapacağız. … Bunu niye yapıyoruz? Gitsinler istiyoruz. Bu misafirlik uzadı.” Açıklamanın ayrımcı/faşizan dili tepkiyi kolaylaştırırken aynı zamanda mevzunun tartışılma alanını ve düzeyini de sınırlandırıyor. ‘Gitsinler-kalsınlar’ karşıtlığında sıkışan mevzuyu sosyal-siyasal hayatımızın bir gerçekliği ve adil ve özgür bir Türkiye perspektifi üzerine yerleştiremiyoruz, bu aks üzerinden tartışamıyoruz. Suriyelilerin gönderilmelerinin sözkonusu olmadığını dile getiren Ak Parti Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Özhaseki şöyle bir değerlendirmede bulunmuştu Bolu Belediye başkanına cevap verirken: “Bazı şehirlerde sanayiyi onlar ayakta tutuyor. Gaziantep sanayisine gidin yüzbinlerce insan en ağır ve en zor işlerde çalışıyor. Kayseri sanayisinde de öyle. İşçi bulamıyorlar, bu adamlar çalışıyor…”
2011 yılında ilk kafilesi gelen ve şu anda resmi rakamlarla dört milyona yaklaşan Suriyelilerin bu yüzeysellikte bir kamusal tartışmanın mevzusu olması başlı başına izaha muhtaçtır. Elbette ayrımcı/faşizan dilin kabul edilmemesi ve sınırlılıkları belirgin olsa da bu insanların varlıklarına ve burada kalışlarına dönük sıcak mesajlar verilmesi önemli. Önemli ancak açık ki son derece yetersiz. ‘Bize yük oluyorlar, gitsinler’ ve ‘yükümüzü alıyorlar, kalsınlar’ nasıl araçsal/pragmatik bir kaygıyı önceliyorsa, dikkat edilirse ‘bizi bozuyorlar, gitsinler’ ve ‘onlar misafirlerimiz, kovmak bize yakışmaz’ yaklaşımı da biz-onlar ayrımının altını açık veya örtük olarak çiziyor ve aynı zamanda meselenin nasıl ve nereden kavranacağının da çerçevesini önümüze koyuyor. Bizden olmadıkları için gitmelerini istemekle misafirleri misafirperver bir şekilde karşılamaya dikkat etmek arasında yapısal anlamda bir fark bulunmuyor bu yüzden. İki yaklaşım, aralarındaki tüm insani-ahlaki farklılığa rağmen, biz ve onlar arasındaki ayrıma vurguları noktasında aynılaşmaktadır. Meselenin yüzeysellikten kurtulacağı nokta da tam burada.
Açık konuşmak gerekirse statükocu bir refleksle karşı karşıyayız. Altı özenle çizilen Suriyeliler/onlar/misafirler/ötekiler; içerde olan/içerinin sahibi olan ‘biz’e atıf yaptığı için anlamlı. Derrida’nın ifadesiyle kimliğimizi tahkim eden bir tür “kurucu dış” işlevi görüyorlar. Buradaki biz hem kimlik ve aidiyete hem de yerleşik sistem ve düzen(ek)e karşılık geliyor. Statükocu refleks olarak tanımladığım husus da burada karşımıza çıkıyor. Nasıl oluyor da dört milyon insanın varlığını kimliğimiz ve sistemimiz için dikkate alınması gerekmeyen bir şeye dönüştürebiliyoruz? Böyle bir şey teorik olarak anlamsız olduğu gibi pratik olarak da imkânsızdır. Zamanı ve mekânı paylaştığınız, arzu ve beklentilerinizden bağımsız olarak etkileşimde bulunduğunuz, varlığınız itibariyle doğrudan veya dolaylı olarak birbirinize etkide bulunduğunuz insanların kimliğimiz ve sistemimiz için steril ve yalıtık bir pozisyonda kalması nasıl beklenebilir? Dışlayıcı söylem ahval ve şeraitten kopuk niteliğiyle bir tür ‘istemezük’ tavrı içinde. Misafirperverlik söylemi ise gerçekliği ve geçerliliği meçhul bir sessiz uyum ve onama beklentisi içinde.
68 Kuşağı’nın sloganlarından birisi ‘gerçekçi ol, imkânsızı iste!’ idi. Bizim de bu mevzuda imkânsızı isteyebilmemiz için (ki ‘mutlaka gitsinler’ veya ‘misafirlerimiz kalsınlar ama bize uysunlar’ imkânsızı istemektir) gerçekçi olmaya ihtiyacımız var. Öncelikle kendi gerçekliğimize bir tür karartma uygulamak üzere kullanageldiğimiz Suriyelilerin varlığını yerli yerine oturtarak başlayalım. Suriyeliler geldiği için sistemimizin insicamı bozulmadı. Sistemimizin insicamı olmadığı için Suriyeliler bu durumu daha görünür kıldılar. Onların olmayışı kendiliğinden bir düzen, nizam, insicam anlamına gelmeyecektir. Türkiye’nin yapısal anlamda bir kimlik ve düzen problemi tarihsel olarak vardır ve çözülmemiş bir şekilde yarınlara taşınmaktadır. Devlet-toplum yapılanmamızdan din-devlet ilişkisine uzanan ölçekte seyreden bu sistemik probleme Suriyelilere paravan yaparak çözüm üreteceğini düşünmek gerçeklikten kaçmaktır. Gerçeklerle yüzleşmek zordur elbette lakin yukarıda belirtildiği gibi Suriyelilerin mevcudiyeti hak ve özgürlükler temelinde inşa edilmiş ve toplumsal bütünlüğü sağlamış bir yapıyı bozmamış sadece daha görünür kılmıştır. Bizi taşımakta zorlanan bir yapının Suriyeliler için de çare olarak kodlanması yapının tüm defolarını açığa çıkarmıştır. Bu şartlar içerisinde yapıyı sorun etmek yerine yapının defolarını görünür kılan Suriyelileri sorun etmek veya çözüm için bu defolu yapıyı tahkim edip Suriyelilerden bu yapıya uymalarını koşulsuz istemek gerçekliğe gözlerini kapamaktır.
Gerçekçi olma faslında diğer önemli bir husus ise göçte, sebebi ne olursa olsun, kitlesel bir geri dönüşün ne kadar gerçekçi olduğudur. Bu sadece Suriye ve bölge gerçekliğinin kısa ve orta vadede geri dönüş için uygun olup olmamasıyla sınırlı değil. Ayrıca bu husus bile kendi başına çok önemli ve belirleyici. Savaşı, kayıpları, yıkımı yaşamış bu insanlar; siyasal çatışmaların sürdüğü, ölümün kol gezdiği, belirsizliğin hüküm sürdüğü ülkelerine niçin ve nasıl geri dönecekler? Yerini-yurdunu terk edip buralara gelmek zorunda kalan insanların gerçekten de varsayıldığı gibi geri dönebilecekleri bir yerleri var mı? Diğer taraftan ülke olarak Türkiye ve Suriye karşılaştırıldığında, 2011’den bu yana on yıllık bir zaman geçtiği ve muhtemelen Suriye’nin geri dönüşe uygun bir mekâna dönüşmesi için en az bir o kadar zaman geçeceği, şu ana kadar yarım milyonu bulan Suriyeli bebeğin Türkiye’de doğduğu ve ondan çok fazla sayıda bir nüfusun Türkiye’de çocukluk ve gençlik dönemini yaşadığı dikkate alındığında biz-onlar eksenli bir yaklaşıma dayanan ‘geri dönüş’ beklentisinin gerçekçi olmadığı görülecektir. İmkânsızı istemek için gerçekçi olmak zorundayız ve gerçekçi olmak için de açık konuşmalıyız. Suriye’nin siyasal istikrarından bağımsız olarak ülkemizde bulunan Suriyelilerin çok önemli bir kısmı ülkemizde kalmaya devam edeceklerdir. Varlıklarını kriminal bir mevzuya dönüştürmek veya yumuşak bir söylemle sümen altı etmek yerine bizi de kapsayan kapsamlı bir kimlik, siyaset, sistem tartışmasına ve arayışına ihtiyacımız var.
Bir ülkeye en büyük bağlılığın vatandaş olmayanların bağlılığı olduğunu dile getirmişti Derrida. Bir anlamda çaresizlikten kaynaklanan bu bağlılığı istismara çeviren ‘akışına bırakma’ siyaset(sizlik)inden vazgeçmeliyiz. Statülerine verdiğimiz ve nasılsa geri dönecekler beklentimizi görünür kılan ‘geçici koruma’ ismiyle sorunun kendiliğinden çözülmeyeceğini ve ancak biz çözme iradesi gösterebilirsek çözülebileceğini bilmek durumundayız. Daha önce de çeşitli vesilelerle belirttiğim gibi bu çaptaki bir nüfus Türkiye için bir imkân, bir fırsattır. Ancak bu nüfus belirli bir akılla, belirli bir stratejiyle yönetilmezse baş edilmesi güç yeni bir soruna dönüşmekte gecikmeyecektir. Nitekim mevzuyu gündemimize taşıyan açıklamalar toplumsal hayatımızın kuytularında dem tutan yeni bir çatışma alanının öncü semptomları olarak ele alınmak durumundadır. Bu büyük nüfusla içerde yeni bir devinim kazanabileceğimiz gibi bölgeyle, bölge insanıyla yeniden bir buluşma yaşama imkânımız var. Ancak bu imkân kendimiz için olanı da içeren yapısal değişimleri zorunlu kılıyor. Bizi muaf tutacak, sadece Suriyelileri, onları, ‘ötekileri’ kapsayan bir çözüm stratejisinin makul, meşru ve işlevsel olamayacağı ortadadır.
Yeni yorum ekle