“16. yüzyılda ortalama vatandaşlar alınıp satılan her şeyin fiyatının hızlı bir şekilde arttığına şahit oldu. En çok dikkat çeken artış ise kıyafet gibi temel gereksinimlere ödemek zorunda olduklarındaydı. Vatandaşlar açgözlü bir şekilde fiyatları arttıran satıcıları suçladı. Satıcılar itiraz etti ve onlar da açgözlü bir şekilde kendilerinden ürünler için daha fazla para isteyen tüccarları suçladı. Sonrasında ise tüccarlar dokumacıları, dokumacılar yün tüccarlarını; yün tüccarları koyun sahiplerini suçladı. Koyun sahipleri ise gittikçe pahalılaşan kıyafetleri alabilmek için fiyatları arttırmak zorunda olduklarını söyledi. Ve bu böylece sürüp gitti. Bu durumda suçlanması gereken kim? Suçlamalar, Jean Bodin’in (1530-1596) gözüken suçlu adaylarından hiç birinin aslında suçlu olmadığını ortaya çıkarmasına kadar bir süre daha devam etti. Aslında fiyatlardaki genel artış Orta ve Güney Amerika’dan Avrupa’ya yapılan altın ve gümüş ithali ve Avrupa’daki hükümdarların bu külçeleri kraliyet darphaneleri aracılığıyla kullanmaları ile alakalıydı. Yani, hükümdarlar piyasaya para sürümünü arttırarak enflasyonu tetikledi. Böylece ekonomik kuramda ortaya çıkan bir gelişme, temel bir bulmacayı çözdü ve ekonomik konuların daha iyi anlaşılması ve pratik bir şekilde kontrolü için pek de sağlam olmayan bir temel ortaya koydu.”* Bugün eğitim-öğretime dair yapılan tartışmalar da 16. Yüzyılda yapılan bu tartışmadan çok farklı değil. Eğitim-öğretimde var olan sorunun gerçek sorumlusunun kim olduğunu ya kimse bilmiyor ya da bilenlerin sözleri işitilmiyor.
Çağımızda başta bizde olmak üzere tüm ülkelerde eğitim-öğretim bir sorun olarak insanlığın önünde durmaktadır. Öğretmenlere göre bu büyük sorunun sorumlusu; sistem, çalışma koşulları, çağın gerisinde kalan müfredat, sorumsuz ve şımarık öğrenciler, ukala velilerdir. Velilere göre bu büyük sorunun sorumlusu işlerini hakkıyla yapmayan öğretmenler, eğitim-öğretime yeterli kaynak ayırmayan siyasi iktidardır. Siyasi erke göre bu büyük sorunun sorumlusu hayatını işine adamayan öğretmenler, sorumluluk almayan veliler ve yeteri kadar çalışmayan öğrencilerdir. Peki, bunlar tali sorumlularsa, peki sanayi devrimi sonrası kurumsallaşan eğitim sisteminin “eğitim anlayışı-felsefesi” asıl sorunsa? Sorunun gerçek kaynağını görmeyip, onu tartışmayıp son noktada görünen-tali sorunlara yönelik çözümler üretmeye çalıştığımızda daha büyük bir sorun doğurmuş oluruz. Sorunun gerçek kaynağını gizleyip onu büyütürüz, asıl sorunumuzu kalıcı hale getiririz. Bizim yaptığımız tam da budur. Kamuoyu “eğitim öğretimde sorunlarımız var” noktasında ittifak ettiğinde politik erk sınavların adını-içeriğini değiştirerek bir çözüm ortaya koyar. Hâlbuki bunun herhangi bir sorunu çözmeyeceğini herkes bilir. Daha sonra kamuoyu tekrar “eğitim öğretimde sorunlarımız var” noktasında ittifak ettiğinde politik erk bu sefer zorunlu eğitim süresinin kademelerinde bir değişiklik yapar. Bunun da sorunu çözmediği anlaşılınca başka bir pansuman tedbir ortaya konulur ve bu sür git devam eder. Ne politik erk ne konuya kafa yoran uzmanlar ne de kamuoyu sorunun gerçek kaynağıyla yüzleşme cesaretine ve vizyonuna sahiptir.
Louis Althusser’den** Salman Khan’a*** kadar eğitim konusunda kafa yoran birçok insan “mevcut eğitim sisteminin” sanayi devrimi sonrasında piyasanın-sermayenin ve ulus devletlerin ihtiyaç duyduğu insan tipini üretmek üzere kurgulandığını belirtmiştir. Sanayi Devrimi sonrası inşa edilen eğitim sistemi, piyasanın üretim tüketim süreçleri için gerekli tipi üretmenin dışında politik tip (vatandaş) üretmeyi de kendisine amaç edindi. “Bugün okullarda iyi vatandaşlardan oluşan donanımlı iş gücü üretilmesi gerektiğini”**** artık kimse tartışmaz. Takribi iki yüz yıldır mevcut eğitim sistemleri bu noktada artık kadim bir geleneğe, bir dine dönüştü. Hayatın olmazsa olmaz bir evresi -insan doğar, eğitilerek üretilir ve ölür- şeklinde zihinlerde kendisine yer tuttu.
Tip üretmek birçok açıdan sorunlu ve tartışmalı bir meseleyken kalabalıklar tarafından pek sorun olarak görülmez. Kimse ebeveynlere “Senin çocuğunu şöyle şöyle özellikleri olan bizim için makbul bir tipe dönüştürebilir miyim?” diye sormaz. Pek tabii çocuklara da sorulmaz. Sanıldığı gibi eğitim sistemleri; insanın ilgi ve kabiliyetlerini önceleyen, inanç ve ideolojisine saygı duyan, akıl ve vicdan hürriyetini önceleyen yapılar değildir. Eğitim sistemleri maalesef genel olarak “kişinin; neyi, ne kadar, nasıl bileceğini sınırlayan, neye inanıp inanmaması gerektiğini belirleyen, hangi ideoloji için gerekirse kendi canından geçmesi gerektiğini belleten; fedakar, yasalara saygılı, çalışan, üreten” bir tipe dönüşmesini hedefler. Pek tabii bu sırada temel bilimler; sanat, spor gibi disiplinler de sürecin unsurlarını oluşturur. İnsan yetiştirmek ile tip üretmek arasında çok esaslı farklar olsa da kalabalıklar eğitim-öğretim süreçlerinde insan yetiştirildiğini kabul eder.
Dini eğitim tip üretmek konusunda iddialıdır ve aslında dinin asıl hedefi de insanı bir tipe dönüştürmektir denilebilir. Bu noktada modern eğitim dini yaklaşımı dogmatik olmak yönünden eleştirir ve insan kavramını özgürlük kavramı ile birlikte ele alır. Ancak ulus devletlerin ve sermayenin kontrolündeki modern eğitim sistemleri de dogmatik buldukları dini eğitimi “tip üretmek” hedefi bakımından birebir taklit ederek kendisiyle çelişmiş olur. Hâlbuki modern eğitim-öğretimden beklenen; öğrenciyi bilim-sanat açısından bilgiyle donatırken onun kendi cevherini tanımasına-keşfetmesine, çevresini ve varlığı tanımasına-keşfetmesine yardımcı olması; bununla birlikte onu ilgi, inanç ve ideolojik tercihleri bakımından da özgür bırakmasıdır.
“Tip üretmek” hedefi eğitim-öğretim sistemlerinin asıl sorunudur. Bu “tip” hem sermayenin hem de politik erkin “makbul” saydığı bir tip olmak zorundadır. Bunu insanî, fıtrî, bilimsel, dinî, medeni açıdan meşru ve tartışmasız bir hakikat olarak görebilir miyiz? Maalesef bu başlıkların tamamı bakımından tartışmalı olan “tip üretmek” konusunda kalabalıkların en ufak bir itirazı yoktur.
Kalabalıkların çocuklarının sermaye ve politik erk açısından makbul bir tipe dönüştürülmesini sorun etmediği gerçeğini artık görmezden gelemeyiz. Bu gerçeği dikkate alıp eğitim-öğretim sisteminin tip üretme hedefinin bir problem olmadığını varsayarak konu üzerinde düşünmeye devam edelim. Biz ne kadar görmezden gelsek de insanın fıtratı ve tabiat ile çatışan bu tip üretme motivasyonu-hedefi tüm dünyada eğitim-öğretim sistemlerinin asıl sorunudur.
Eğitim-öğretim sisteminin “tip üretme” hedefinden başka bir diğer büyük açmazı 19. Yüzyılın şartlarında ihtiyaç olan bir şeyin 21. yüzyılda da aynen korunması gerektiğini düşünmek, hatta düşünmekten öte bunun dogmatik bir inanca dönüşmüş olmasıdır.
2016’da Boston Dynamics tarafından üretilen Köpek Robot Spot’un dans haberleri medyada paylaşılınca bunu teknolojinin çok geliştiği şeklinde anlayıp geçti kalabalıklar. 2023’e gelindiğinde robot Sophia bir televizyon programında sunucunun sorularına cevap verirken “laf sokunca” yapay zeka ve robotik teknolojinin başka bir çağın kapısını araladığını birçoğumuz korkarak-ürkerek bazılarımız da hayranlık ve coşkuyla karşıladı. Kimileri korksa kimileri hayran olsa da tartışmasız olan 21. yüzyılın artık insanlık tecrübesinin başka bir evresinin başlangıcı sayılabileceği gerçeğidir. Yapay zekanın insan zekasını yeneceği, ondan daha üstün hale gelip geleceğin insanlık için öngörülemez olacağı çağın başında artık şu kavramları daha sık duyacağız: Singularity Çağı veya Teknolojik Tekillik.
Nasıl ki sanayi devrimi insan, zihniyet ve toplum kavramlarını kökten sarsıp değiştirdiyse yapay zeka ve robotik teknolojideki yenilik ve gelişmeler de insanlık için yeni bir durum ortaya koyacak. Sanayi devrimi, modernizm ve ulus devlet anlayışı nasıl ki bir insan tipini makbul görüp bunu eğitim-öğretim süreçleriyle üretmeyi en önemli amaç olarak saydıysa, yapay zeka ve robotik teknolojiyle birlikte Endüstri 4.0 başka bir insan tipi “makbul” sayılacaktır. Şimdilik Singularity Çağının ilkel-emekleme dönemini yaşadığımızı unutmayalım. İnsanlık tecrübesinin gelişim ve değişim açısından en hızlı dönemini yaşadığımızı dikkate alırsak bugün doğmuş çocukların olgunluk çağlarında, yani 2050-2060’lı yıllarda Endüstri 4.0’ın insan hayatını nasıl kuşatıp ona nasıl hükmettiğini öngörmek zor değil. Nasıl ki katiplik, terzilik, at arabacılığı sanayi devrimi sonrası “başlangıçtaki” önemini yitirip tarihin tozlu raflarında yerini aldıysa gelecekte de pek çok meslek katiplikten daha hızlı biçimde işlevini yitirecek; hasta olmayan, hata yapmayan, emekliliği olmayan, yorulmayan, morali bozulmayan, verimi daha yüksek, kendini daima güncelleyen, yenileyen hatta kendi kendini geliştiren robotlarca o meslek alanları doldurulacak. Bunu coşkuyla alkışlayabilirsiniz de bundan ürkebilirsiniz de. Bizi bu noktada ilgilendiren şey şudur: 19. yüzyılda o günün ihtiyaçlarını karşılamak üzere inşa edilmiş eğitim sistemi ve anlayışıyla “ürettiğimiz” çocuklarımız bu donanımla 50 yıl sonrasının dünyasında nasıl değerli kalacaklar, hayata nasıl tutunacaklar, donanımları dönemin şartlarında onlara ortalama bir yaşam standartı elde edebilmek için yeterli olacak mı? Bunu gençlere sorduğumda aldığım ilk cevap “Ben de kodlama, yapay zeka, robotik teknoloji alanlarında kendimi geliştiririm.” oluyor. İlk anda parlak bir fikir gibi dursa da Sophia’nın sunucuya “laf sokmasından” sonra şu aklımızı geliyor: Beste yapan, şiir yazan, hikaye yazan, resim çizen yapay zeka aplikasyonları ve yapay zeka ile donatılmış robotlar pekâlâ daha iyi kodlama, daha iyi yazılım ve daha gelişmiş robotlar üretecektir. Dolayısıyla az sayıda olağanüstü zeki ve olağanüstü kabiliyetli gencin bu alanda bir iş yaşamlarının olacaktır. Peki diğerlerinin akıbeti ne olacak?
Hala sınıflarda 17-18 yıl boyunca 30’lu 40’lı gruplar halinde oturtarak eğitim öğretim gerçekleştirdiğimiz ve muhtelif sınavlarla seçip tasnif ettiğimiz milyonlarca genç ne olacak? Bu soruyu bugün sorup cevaplamayacaksak bu konuyu ne zaman gündemimize alacağız? Değişim ve gelişimin tarihi bize şunu öğretmiş olmalı: Her gelişim daha az insana ihtiyaç duyulmasını temin ediyor. Gelecekte daha gelişmiş bir dünyada daha az insana ihtiyaç duyulacak; bu da daha az insanın mutlu müreffeh bir hayat yaşayacakları, kalabalıklarınsa niteliksiz ve değersiz olacakları, külfet olmaktan başka bir şey olmayacakları gerçeğine işaret ediyor. Zengin ve konforlu hayatlarında sorun görmek istemeyen az sayıda “home deus-tanrı insan” külfet olmaktan öte bir şeye yaramayan “çöp insan” yığınlarından kurtulmanın yollarını muhakkak arayacaktır. Hatta bugün “yapay et, aşı, çip, iklim krizi" gibi tartışmaların kontrolsüzce artan insan nüfusunu dizginleme konusuyla ilişkilendirildiğine birçoğumuz şahit olmuşuzdur.
Sanayi devrimi sonrası eğitim-öğretim tecrübemiz maalesef büyük başarılar ve iftihar tabloları ile dolu değil. Dünyadaki tecrübelerden ziyade kendi tecrübemize bakalım:
*Toprak reformunu yapamamış olmamız ve büyük avantajımız olması gereken tarıma elverişli arazilerimizin verimli kullanılmasıyla doğacak istihdam imkanlarını büyük ölçüde kaybetmemiz
*Sanayi toplumuna geçeceğiz derken tarım ve hayvancılıkta geri kalışımız ve bununla birlikte sanayileşeme noktasında da başarılı olamayışımız,
*Tarım, hayvancılık ve endüstride geri kalınca bu sahalardaki gelişme ve verimin doğuracağı istihdam alanlarının yeterli düzeyde olmaması, bu bağlamda hala en büyük işverenin ve sermaye sahibinin devlet olması, dolayısıyla ebeveynlerin çocuklarının devlet kapısında bir işe sahip olmalarını istemeleri, katma değerin adil paylaşılmaması nedeniyle ebeveynlerin çocuklarının özel müteşebbislerin az maaşlı elamanı olmalarına rıza göstermemeleri,
*Devlet kapısında “kravatlı-masa başı” iş isteyen velilerin, çocuklarını mesleki eğitim yerine akademik eğitime göndermekte ısrarcı olmaları ve devletin bu alanı doğru planlayamaması,
* Eğitim-öğretim süreçlerini ideolojik motivasyonla politik çatışmaların zemini halini dönüştürmemiz, * Tanzimat’tan günümüze toplum dinamikleri arasında politik uzlaşma olmaması nedeniyle neredeyse iki yüz yıllık müfredatlarının ve eğitim felsefesinin tartışmaya bile açılamaması,
* Sonuç olarak mevcut sistemin -verimli ya da verimsiz- bir şekilde işletilmesinin gerekli, zorunlu ve yeterli sayılması.
Geldiğimiz noktada insanlık tarihi-insanlık tecrübesi şunu açık biçimde ortaya koydu: Adil bir dünya çok mümkün değil. İnsanlığın büyük kısmının müreffeh biçimde yaşayabileceği bir dünya olmadı, olmayacak. Ancak gelecek bize şunu da açık biçimde gösteriyor: Bilim ve teknoloji alanlarındaki gelişim yakın gelecekte daha az sayıda insana ihtiyaç duyulacak bir dünya var edecek, böylece çok az insan müreffeh bir hayat yaşarken daha büyük kalabalıklar değersiz, işlevsiz, mutsuz ve öfkeli olacak. Peki çocuklarımızın büyük çoğunluğu sizce hangi grubun içinde olacak?
Bir konuda doğru bilgiye ulaşmanın haftalar aldığı 19. yüzyılı, günler alan 20. yüzyılı çoktan geride bıraktık. Artık bir bilgiye ulaşmak saniyeler sürüyor. Google arama motoruna bir şey yazıp da karşımıza yüzlerce sayfa açıldığında bunu olağanüstü bir gelişme saymıştık. O sayfaların içinde gezinerek doğru cevabı bulmak dakikalar içinde mümkündü. Şimdi ChatGPT gibi yapay zeka aplikasyonları binlerce sayfalık bilgi içinden sizin sorunuzun cevabını bulup size saniyeler içinde “insan gibi” cevap veriyor. Artık google bile demode oldu. Bilgiyi depolamanın-hafızada bulundurmanın ve bilgiye ulaşmanın biçim ve hızı bunca değişmişken inatla iki yüzyıl önceki davranışları mutlaklaştırmak ne kadar doğru?
Bir insanı “17-18” yıl, günde sekiz saat kapalı alanlarda tutmak gerçekten ihtiyaç mı, doğrusu bu mu, gerekli olan bu mu, çocuklarımız hayatlarının dörtte birini bu şekilde geçirip gelecek yüz yılla baş edebilecekler mi?
Politikacılar bir sonraki seçim dönemini düşündükleri için 50 yıllık 100 yıllık projeksiyonlara pek itibar etmezler. Uzun soluklu çalışmalar radikalar kararlar gerektirir. Bunlar da seçim kaybettirir. Peki, bu toplumun bilim insanları, fikir insanları, aydınları bu bağlamda seslerini yükseltmek için acaba ne bekliyorlar?
*Eğitimli Zihin- Kieran Egan sf.1 Pagem Akademi Yayınları
** Louis Althusser - İdeoloji Ve Devletin İdeolojik Aygıtları Üretim İlişkilerinin Yeniden Üretimi Üzerine sf-38-46 İletişim Yayınları
“Fakat başka hiçbir DİA bu kadar yıl boyunca haftanın 5-6 günü 8’er saatten, kapitalist toplumsal formasyonun çocuklarının tümünün zorunlu (ve üstelik, bedava) dinleyiciliğine sahip değildir. Böylece bir kapitalist toplumsal formasyonun üretim ilişkilerinin, yani sömürülenlerin sömürenlerle, sömürenlerinde sömürülenlerle olan ilişkilerinin büyük bir bölümünün yeniden-üretimi, egemen sınıfın ideolojisinin toplu halde "kafalara yerleştirilmesi" ile…”
***Salman Khan-Dünya Okulu sf. 71 YKY
“Favoriler, silindir şapkaları, kaz adım yürüyen askerleriyle Prusya, sınıf modelinin icat edildiği yerdir. Zorunlu ve vergilerle karşılanan kamusal eğitim hem siyasi hem de pedagojik bir araç olarak görülmüştü ve bunun için özür falan da dilenmemişti. Burada istenen bağımsız düşünen bireyler üretmek değil, ebeveynlerin, öğretmenlerin, Kilise’nin ve son olarak da kralın otoritesine boyun eğmenin değerini öğrenecek, sadık ve güdülebilir vatandaşlar üretmekti. Prusyalı felsefeci ve siyaset kuramcısı Johann Gottlieb Fichte, bu sistemin geliştirilmesinde önemli rol oynamıştı ve amaçları hakkında son derece açık konuşuyordu. “Bir insanı etkilemek istiyorsanız” demişti, “onunla yalnızca konuşmaktan fazlasını yapmanız gerekir; onu biçimlendirmeniz gerekir, öyle biçimlendirmelisiniz ki, istemesini istediğiniz şeyler dışında hiçbir şey istemesin.”
****Eğitimli Zihin- Kieran Egan sf.11 Pagem Akademi Yayınları
Gerçekten 50yıl sonrasının…
Gerçekten 50yıl sonrasının milli eğitimini merak ediyorum
Fahri Kâinat aleyhisselam…
Fahri Kâinat aleyhisselam buyurdu ki
Faydasız ilimden Allah'a sığınırım.
Faydalı ilimden kasıt "iki dünya saadeti" kazandıracak birikimler . Gerisi 'güç'ün oyunları
Yeni yorum ekle