Antipsikiyatri ekolünün öncü isimlerinden Ronald D. Laing teorik konumlanışını güçlendiren çarpıcı bir hikâye anlatır: ‘Bir akıl hastanesinde on yedi yaşında küçük bir kız bana korktuğunu, çünkü karnında Atom Bombası olduğunu söylemişti. Bu bir hezeyandır elbette. Ancak kıyamet silahlarına sahip olmakla övünen ve etraflarına tehditler yağdıran dünya devlet adamları, kendilerine ‘psikotik’ yaftası yapıştırılan insanların çoğundan daha fazla gerçekliğe yabancılaşmış bir haldedirler.’ Günümüz silah endüstrisi, küresel düzeyde işleyen ekonomi-politik, düşünsel iklim hatta ilginç bir şekilde kendisini alternatif olarak sunmaya çabalayan girişimler; dünyayı yüzlerce kez imha edecek sistematiği sorgulamak yerine ‘karnımda Atom Bombası var’ diyen on yedi yaşındaki kıza şaşırıyor. Atom Bombası’nı üreten, stoklayan, onu küresel düzenin en önemli güç aparatı olarak tahkim eden akıldışılığı mahkûm etmek yerine bu akıldışılık karşısında, Dr. Laing’in ifadesiyle, yanlış bir değer ve inanca dayalı modern dünyada aklı başında kalmanın ancak bu tür bir olumsuzlamayla var olmaya çabalayan bireysel vakaları sorun edişimizde tuhaflık var.
Geçenlerde İdlip özelinde yaşanan hadiselerin ardından hatırlanacağı üzere Türkiye, mültecilerin Avrupa’ya geçişi noktasında sınırları açacağını ilan etmişti. Nitekim Yunanistan sınırından yansıyan mültecilere ilişkin manzaralar üzerinden alışkın olduğumuz küresel ölçekli teatral gösteri ile yeniden karşılaştık. Dünyada on milyonlarca insan mülteci olarak yaşamıyormuş gibi veya Suriye savaşının başladığı günden bu yana sistematik şekilde yüzbinlerce insan ölmemiş gibi, milyonlarcası güvensizlik ve belirsizlik girdabında çevre ülkelere savrulmamış gibi rutini bugünde işleyen ve ilişki ağında hiçbir infial belirtisi taşımayan dünyanın, bu süreğen insanlık suçunun anlık bir kesitine abanmasını vicdan kabarması olarak gösteren sorumluluk savıcı ikiyüzlülüğe prim verilmesini anlayabilmek mümkün değil. Karanlık hesapların ve ilişkilerin devletlerin âli menfaatleri üzerinden meşru ve makul karşılandığı bir yabancılaşmayı sorun etmiyoruz da bu vasatın gereği olarak insanlıktan çıkan örnekleri hayret ve şaşkınlıkla karşılıyoruz. Burada hayret ve şaşkınlıkla karşılanması gereken esas itibariyle bu sahte vicdan kabarmasına çanak tutan ikiyüzlülüğümüzdür. Psikotik bir hal alan küresel liderlerden, küresel ilişki ağından daha tehlikeli ve gelecek için bizi çaresiz bırakan bir şey varsa o da, bu küresel sistematiğin işleyişini teknik ve tali aksaklık olarak gören naifliğimizdir.
Stalin ‘bir insanın ölümü trajik, milyonlarcasının ölümü istatistiki’ demişti. Bu saptamanın günümüz dünyasında pürüzsüz şekilde işlediğini sanırım söylemeye gerek yok. 2011 yılından beri devam eden Suriye Savaşı bile insanlık ailesinin genel ahvali açısından ne tür bir seviyesizlik sarmalında debelendiğimizin ibretlik bir vesikası hükmünde. Yapıyı, yapının kodifikasyonunu, işleyişini dert etmiyoruz sonra da sürpriz olmayan sonuçları karşısında şaşkınlık ve hayret modunda arz-ı endam ediyoruz. 15 Mart 2011’de başlayıp hala devam eden Suriye savaşında öldürülen Suriyelilerin öldürülmüş olması hayret ve şaşkınlık yaratmıyor da savaş nedeniyle kaçarken bindiği derme çatma teknede hayatını kaybedip cesedi kıyıya vuran veya iki ülkenin sınırının sıfır noktasında sıkışıp ne ileri gidebilen ne de geri dönmek isteyen insanların trajedileri biz de hayret ve şaşkınlık yaratıyor. İyi de bizde hayret ve şaşkınlık yaratan bu insanlardan çok çok daha fazlası bu koşullardan çok daha beter koşullarda zaten her gün vahşice katlediliyor, üzerlerine adını bile bilmediğimiz silahlarla ölüm yağdırılıyor. Herhangi bir kurala, kaideye, hukuka riayet edilmeden öldürülen yüzbinlerce insanın ölüyor olmasını sorun görmeyen küresel ilişki ağı ikiyüzlülüğümüzü yüzümüze çarpar gibi ‘teknen batıp boğuluyorsan ve cesedin kıyıya vuruyorsa’ veya ‘savaştan kaçıp ülkeler arasında çaresizce koşuştururken sınır boylarında kadraja giriyorsan’ ona göre durumunun mesele olup olmadığına, seni küresel bir ağıtın muhatabı yapıp yapmayacağıma karar vereceğim’ diyor. “Tankla öldürülmen, tüfekle öldürülmen, füzelerle öldürülmen meşru ancak kimyasal silah ile öldürülmeni, teknenin batıp cesedinin kıyıya vurmasını sorun ediyorum” mu diyor? Dünya kamuoyu da bu minvalde cereyan eden bir oyunun vaziyetini görmesi ve kabullenmesi yetmiyormuş gibi bir de bunu olağan karşılıyor.
Suriye’de rol üstlenen küresel, bölgesel ve yerel aktörlerin vaziyetini sürecin işleyişinde içkin olan dehşet-yabancılaşma üzerinden okumak yerine belirli bir aktöre veya hadiseye kilitlenme şeklinde görünüm arz eden tuhaflığı görmemiz gerekiyor. Dehşeti, bir anomali durumunda cinnet geçirecek aktörlerin gerçekleştirecekleri şey olarak görmek yerine olağan kabul edilen şeyin içinde başka bir cinnete, çılgınlığa veyahut sıra dışılığa mahal bırakmayan vahşet olarak görmemiz gerekiyor. Şüphesiz tüm bu mevcudiyetin bir takım argümantasyonlar üzerinden meşrulaştırımına dair kavrayışları biliyoruz. Uluslararası klişelerden, alana egemen diskurdan, susturucu işlevi gören beylik laflardan haberdarız ve bütün bunların küresel cangıldaki ateşe nasıl yakıt olarak taşındığını da görüyoruz. Burada mesele, gerçekliğin çölünde işlerin nasıl cereyan ettiğine dair kavrayış eksikliği değil. Tersine gerçekliğin çölünde gün be gün insanlığın, ilke ve değerlerin ufalanmasını, manipülasyon aracına indirgenmesini sorun etmemek, bunu alanın olmazsa olmaz gereksinimi olarak kodlamaktır.
Koronavirüs nedeniyle gölgede kalan Suriye ve İdlib’de yaşananlar, veya Yunanistan sınırında yığılan ve ülkemizde resmi rakamlara göre sayıları dört milyonu bulan ancak sessiz, dilsiz bir kütle olmaktan öte talep ve beklentilerine ilişkin hiçbirşey işitmediğimiz ve bilmediğimiz ve aynı konumda olup kaygan ve belirsiz bir zeminde hayata tutunmaya çalışan yeryüzüne saçılmış haldeki milyonlarca mülteci üzerinden yine bir deja vu yaşıyoruz. Aynı belalar, aynı musibetler yine başımızda ve yine aynı tepkilerle geçiştirmeye çalışıyoruz. Bu anafordan farklı bir şey çıkmaz oysa. Bu düzenekten başka bir şeyin çıkmasını hayal ederek yine hayal kırıklığına uğrayacağız. Bir sistemin işleyişinden emin olmak için yapılması gereken kollektif yanılsamalara sarılmak değil çünkü. Geldiğimiz noktada samimi ve sahici olmak dışında ihtiyaç duyduğumuz bir şey yok. Karnında atom bombası taşıdığını söyleyen on yedi yaşındaki kızın bireysel trajedisinden çok daha büyük bir çıkmazın içindeyiz. Savaşı, yıkımı, ölümü, silahlanmayı, yeryüzündeki yaşamı altüst edebilecek çılgınlığı vs. tüm bağlantılarıyla tartışmayan ahvalimizin ve küresel ilişki ağının işlerliği karşısında direnç oluşturamayan varlığımızın asıl önemli tehdit olduğunu söylemek haksızlık mı olur acaba? Hayati bir alanı devletlerin insafına terk eden genel insanlık ailesi, temel hak ve özgürlükler üzerinden küresel ilişki ağının kılcal damarlarına nüfuz edecek bir hassasiyet taşıyamazsa, insanlığın duygu ve ruh dünyasını sağaltacak bir barış iklimi tesis edemezse 1. Dünya Savaşı’nın başlamasında olduğu gibi Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veliahdı ve eşini öldürecek Sırp milliyetçileri elbette çıkar. Biz pamuk ipliğine bağlı seyreden yaşam dünyamızı sorgulamak yerine sürpriz olmayan sonuçları üzerinden vaveyla koparmayı marifet sayıyoruz. İnsan türünün mevcudiyetinin mevzubahis olduğu ‘son savaş’ eşiğinde sistem içi manevralarla çözüm düşleyenlerin aynı zamanda dünyanın gerçek anlamda mezar kazıcıları olduğunu fark ettiğimizde umarım geç kalmış olmayız.
Yeni yorum ekle