Bilindiği üzere Minerva’nın Baykuşu akşam karanlığı çökünce kanatlarını çırpmaya başlıyor. Olmakta olanı kavramak ancak olup bittikten sonra mümkün zira. Tarih Meleği’nin bugünün fırtınası içinde belirsiz yarına doğru sırtı dönük şekilde savrulmasının anlamı da buradan geliyor. Bu durum belirsiz bir fırtınanın içinde savrulan, olacak olana maruz kalan bir nesne olduğumuz anlamına gelmiyor. Tersine insana ilişkin beklentimiz bu fırtınalı yolculuk içinde makul bir yol, anlamlı bir istikamet tayin ve takip etmesidir. Zaten aklın, hafızanın, tecrübenin varlığı ve anlamı da biraz bu tarz bir savrulmaya set çekmesinden ileri gelir. Akla, hafızaya, tecrübeye yer vermiyor veya bunları savrulmanın meşrulaştırma aparatları olarak konumlandırıyorsak o zaman hayat sonsuz bir maruz kalışın anaforu olmaktan öte bir anlam taşımaz. Şüphesiz insan, biraz da kaçınılmaz şekilde aklın, hafızanın, tecrübenin kıskacı altındadır. Aklın, hafızanın, tecrübenin olmayışına ilişkin yakınmalarımız esas itibariyle geliştirici fonksiyonlarından kopuk şekilde birer prangaya dönüştürülmüş olmalarından ileri geliyor.
Akıl, hafıza, tecrübe bize büyük bir konfor alanı sağlıyor. Yaşamı kolaylaştırıyor, bilinmezlikler üzerindeki perdeyi kaldırıyor, pratik bir işleyişi mümkün kılıyor. Bize belirli bir kurgu içerisinde birbirini destekleyen unsurlardan oluşmuş bir açıklama evreni veriyor. Ancak bu konfor alanında yaşam sürdürmenin karşılığında çıkarılan pahalı bir bedel de var. Kapatan, görünmez kılan, hiç düşündürtmeyen veya doğallaştırıp her türlü eleştirel okumadan muaf tutan niteliğiyle adeta gerçeklikle bağı kopartan, gerçekliği çarpıtan bir duruma yol veriyor. Kendileriyle, kendi gerçekleriyle yüzleşme becerisi gelişmemiş veya atıl kalmış olanlarda bu durum çok daha büyük maliyet oluşturuyor. Alışkanlıkların, ezberlerin çürüten bir tuzak olmakla kalmayıp aynı zamanda gerçeklikle savaş üslerine dönüşmesi Türkiye için de maalesef kronik bir durum. Bu durumun tarihsel-toplumsal bir hikayesi var elbette. Neden böyle olduğuna ilişkin anlaşılabilir bir tarihsel arka plan da sunulabilir. Ancak anlamak, açıklamak, meşrulaştırıcı gerekçeler ileri sürebiliyor olmak; mevcudun muhafazası, müdafaası ve tahkimi için dile geliyorsa veya öyle bir işlev görüyorsa o zaman çok dikkatli davranmakta zaruret var demektir. Türkiye’nin ihtiyaçlarına, toplumun beklentilerine cevap verebilen, onu anlamlı bir geleceğe taşıyabilen bir söylem yokluğuyla karşı karşıyayız. Üstelik yukarıda da değinildiği gibi söylem yokluğunu görünmez kılan ve mevcudun devamlılığını tesis etmeye matuf sahte söylemleri sistematik şekilde gündemde tutmaya, canlı göstermeye çalışan bir işleyişe şahitlik ediyoruz.
Seçimleri geride bıraktığımız şu eşikte Türkiye’nin yaşadığı derin yapısal krizi, söylem yoksunluğunu ve hatta giderek siyasetsizliği bir tür steril, tercihe şayan konumlanış olarak gösteren bir algı da yerleşiyor. Yerleşik alışkanlıkların, zihniyet kalıbının, sorun tanılama ve çözüm üretme düzeneğinin, oyunu değil pozisyonu sorun eden bir ilişkinin hayat bulduğu yerde her gelişme olduğu gibi seçim sonuçları da aklın, hafızanın, tecrübenin topoğrafyasını şekillendirdiği bir anlama-açıklama haritası üzerine oturtularak okunuyor. Elbette bu okumanın anlamı var. Ancak hangi aktörün kazandığı veya kaybettiği meselesinin bireysel-örgütsel izahatlarının dışında Türkiye’nin gerçekliğine, her bir kesimin katkı verdiği kamusal görünümüne, gelecek ufkuna vs. bakmak icap ediyor. Buradaki dönemsel bir takım üslup farklılaşmalarının dışında Minerva’nın Baykuşu’nun gösterdiğinin de ötesinde bir çarpıklıkla karşı karşıya geliyoruz. Minerva’nın Baykuşu bize, olan olduktan sonra önümüzde beliren üzerinde bir anlamda konuşma, yorum yapma gecikmişliğini ifade ediyordu. Bunun insan türünün varoluşsal durumuyla ilintili olduğu gerçeğini de kayda geçirmek durumuyla şüphesiz. Türkiye özelinde durumumuz ise biraz daha farklılaşıyor, başka bir görünüm arz ediyor. Her okumanın gerçekliğin gerçekleşme sürecinin ardından belirmesinin ötesinde neredeyse gerçekleşeni paranteze alan, ondan bağımsız sabit, tartışmasız ön kabullerin şekillendirdiği bir okumanın, anlatının mevcudiyeti üzerinden seyrediyor. Günün sonunda yapılan değerlendirmenin ne olacağı bellidir zira gerçekleşen şey ancak bu değerlendirmenin yapılması için bir araç, bir vesile hükmündedir. Burada asıl olan muhkem hale gelmiş bir aklın, tecrübenin ve hafızanın hayatiyetini sürdürmesi olarak öne çıkıyor. Bunun da bizi mevcuda mahkum ettiğini, gelecekten yoksun bıraktığını zaten fiilen yaşıyoruz. Yazının başında da bu çabanın bizi nasıl bir girdaba sürüklediğini, ne tür bir maliyetle karşı karşıya bıraktığını belirttim.
Dolayısıyla maliyet çıkartan ana tabloyu muhafaza edip sahadaki konjonktürel performansları odağa almak veya küresel gelişmelerin oluşturduğu imkan ve kısıtlılıkları ana anlatıya göre uyarlamak aynı konforlu alanın beklenen varoluş kalıbı olarak değerlendirilmelidir. Seçimlerin ardından kimin kazandığı veya kaybettiği elbette çok önemlidir. Ancak kazanmanın veya kaybetmenin aktörlerinden çok daha önemli ve anlamlı olan husus buna geniş ve derin bir siyaset zemininin ve söyleminin eşlik edip etmediği hususudur. Daha da doğrusu kazanmanın ve kaybetmenin anlamlılığını mümkün kılan şey bu tarz bir siyasetin imkanıdır. Bu da kendine mesafe alışla, yerleşik akla, tecrübeye ve hafızaya esir düşmemekle mümkün. Aksi taktirde her tarafın kazanca ve kaybetmeye ilişkin gelişmelere göre söylem repertuarında tuttuğu uygun okuma eşliğinde aynı yolu yürümeye devam edeceğiz.
Türkiye’nin kimin kazandığından ve kaybettiğinden öte çok ciddi ve ertelenemez problemleri mevcut ve bunları kazanan ve kaybeden kesimlerin mevcut formasyonları ile aşmamızın mümkün olmadığı bir kırılma anındayız. Bu açıdan mevcudun içinde pozisyon değişimleri ile bizi sınırlı tutan her söylem gerçekliği karartan bir girişim olarak kaydedilmelidir. Özellikle uzun dönemli Ak Parti iktidarının ardından gelen seçim zaferi muhalif kesimlerde bu tarz bir etki oluşturmak için çok müsait bir psiko-sosyal bağlam da buluyor. Bu bağlamın ayartıcılığına da çekince koyarak özellikle devletin nitelikli dönüşümü, toplumla ilişkisi, bağımsız bir yargı düzeni, toplumsal eşitsizliği makul düzeye çekecek bir ekonomi-politik, bu ülkeye ve geleceğine güven ve aidiyet duygusu çökertilen başta gençler olmak üzere tüm toplumun adil ve özgür bir ülke beklentisi, ülkemizin temel meselesi olmayı sürdüren Kürt meselesi, giderek dünyanın en büyük meselelerinden birisi olan mültecilik mevzusu gibi pek çok alan yüksek standartlarda bir dil, yaklaşım ve dolayısıyla da çözüm için bekliyor. Çözümün bizim dışımızdakinde gerçekleşecek bir dönüşümle olamayacağı çok açık. Kazanan veya kaybeden aktörün kim olduğundan ziyade iş, işleyiş, ilişki, zihniyet ve şüphesiz bütün bunların kombinasyonuyla şekillenen anlamlı bir siyasete, siyasal ortamın varlığına ve bu varlığın istikrarlı işleyişine ihtiyacımız var. Bu da dönüşümün odağında kendimizin olacağı bir vaziyeti zorunlu kılıyor. Bir mühendislik faaliyeti olarak şekillenecek bir dönüşümden bahsetmiyoruz tabi. Sahici, kendi gerçekliğinin ve günümüz koşullarının bilincinde olmak çok önemli. Sadece risklerin ve koşulların bilincinde olmakla yetinmeyip aynı zamanda hangi seviyede ve hangi standartlarda bir ülke için mücadele verdiğini bilmek ve bunun gereklerini karşılamaya yönelik kararlılık göstermek bambaşka bir düzlem demek. O zaman gerçekten de kazanmak ve kaybetmek üzerine konuşmak, tartışmak çok daha kıymetli ve anlamlı olacaktır.
Eyvallah kardeşim
Eyvallah kardeşim
Yeni yorum ekle