Antonio Gramsci’nin tespitiyle “eskiye ait söylemin tıkandığı, ana ve geleceğe ilişkin söylemin henüz belirmediği” bir ara dönemdeyiz. Bu anlamıyla yeni bir “Fetret Devri” yaşadığımız rahatlıkla ileri sürülebilir. “Fetret Devri” ifadesini klasik anlamda siyasi iktidarın olmayışı olarak değil mevcudu ve müstakbeli hak ve adaletle taşıyacak bir düzenin olmayışı şeklinde alalım. O zaman hem siyasal iktidarın mevcudiyetinin gerekli ama yeterli olmayışını hem de siyasal iktidarın mevcudiyeti yerli yerine oturtulmadığında nasıl bir sorun alanına dönüştüğünü görme ihtimalimiz olur.
Biz sancılı bir tecrübenin tedrisatından geçmiş, ‘bilinci yaralı’ ‘yırtık bir ülke’nin mensuplarıyız. ‘Yaralı bilinç’ çarpıtmalara, abartmalara kolay yol verirken pek çok mühim vazife, sorumluluk, detay ‘yırtık ülke’nin yarığında görünmez kalıyor. Özellikle son yüzyılı tüm boyutlarıyla bir ‘kapatılma’, ‘cendereye alınma’ halinde yaşamış olunca sayısız mazeret, teskin edici gerekçe de sıralanıveriyor.
Savunma mekanizmalarımızın olması iyidir. Bünyenin korunması, dengenin bozulmaması için önemli hatta zaruridir. Ancak bu koruyucu düzenek aşırı kullanıldığında bertaraf etmek için çırpındığı tehditlerden çok daha tehditkâr bir hal alır, alabilir. Zira yerli yerinde kullanılmayan her şey gibi savunma mekanizması da asli işlevinin dışında, kendi başına bir varoluş şekli olarak kullanılmaya başladığında self-operasyonel bir aygıta dönüşür.
Bunları yana yakıla üstesinden gelmek için çırpındığımız dış tehditlerden daha tehdit edici iç sorunlarımıza karartma uygulayan, bir nevi kendine operasyon çeken durumumuza değinmek için dile getirdim. Çünkü düşmanı yenmekten daha mühim olan şey kendin olmak, olabilmektir. Kendin kalmak, kalabilmektir. Hatta denilebilir ki düşmanının varlığı da ancak kendi, kendisi olmak/kalmak şeklinde ele avuca gelecek bir şeyin varlığı ile mümkündür. O nedenle sancılı tarihimiz dikkatimizi dışarıya yönelterek var kaldığımızı ve böyle devam etmemiz gerektiğini biteviye hatırlatırken ve küresel-bölgesel ve ulusal her gelişme de bunu teyit edecek şekilde kullanılıyorken içe, içeriye dikkat çekmek/kesilmek zor ve sevimsiz geliyor, biliyorum.
Ancak kendi olmak/kendi kalmak gibi bir derdimiz var ise bunun ertelenmez bir vazife, düşmanı kollamaktan daha mühim varoluşsal bir sorumluluk olduğu gerçeğini unutmadan yol almak durumundayız. Nihai kertede koruyup kollamamız, özen ve ihtimam göstermemiz gereken kendimiziz. Yukarıda belirttiğim gibi düşmanın düşmanlığı da, düşmanlığın ve düşmanla mücadelenin makuliyeti ve meşruiyeti de korunup kollanası, özen ve ihtimam gösterilesi bir ‘kendimiz’in mevcudiyetiyle ilintilidir.
23 Mayıs 2017’de Akif Emre vefat etmişti. Vefat ettiği dönemde de daha sonraları özellikle vefat yıldönümlerinde de yaşadıklarımız bana Heidegger’in ‘sahici bir felsefe dersinde önemli olan doğrudan söylenen değil, anlatılanın içinde sessiz bırakılandır’ tespitini hatırlattı, hatırlatıyor.
Merhum Emre’nin ardından dile gelen olumlu, önemli her husus aynı zamanda camiada eksiği, açığı hissedilen hususu dile getiriyor. Akif Emre’nin ziyadesiyle hak ettiği her takdirde dile gelen aynı zamanda Emre ile yitirilen bir değere ağıt.
Nitekim Akif Emre’nin ölümünü bu ölçüde çarpıcı, vurucu kılan da yitirilen şeylerin çokluğuna işaret ediyor oluşu. Akif Emre elbette önemli bir isim. Düşüncesiyle, duruşuyla, ilişkileriyle önemli bir isim. O yüzden hatırlanmasında, özlemle yad edilmesinde garipsenecek bir şey yok. Ancak bir tür “hiza taşı” olan, oldukları kabul edilen insanlar şayet kendileri abartılı anmaların nesnesi kılınırken kendilerini önemli kılan nitelikler hoyratça talan ediliyorsa yaşanan şeyin en azından tuhaflığına, tutarsızlığına ilişkin bir kayıt düşmek mecburiyetindeyiz.
Akif Emre gerçekten önemliyse, özlemle anılmaya değer birisiyse bunu onun düşüncesinden, duruşundan, ilişkilerinden bağımsız düşünmek mümkün mü? Onun bütün bunlardan sıyırdığımız vakit Akif Emre’den geriye ne kalır? Veya Akif Emre’yi bütün bunları gözeterek anıyorsak o zaman içinde debelendiğimiz bu düşünsel vaziyeti, bu ilke ve değerlerden soyutlanmış duruşu ve kabul edilebilir herhangi bir ölçü tanımayan bu ilişkileri nasıl izah edeceğiz?
Herhangi bir kayıt altına sokmayan, herhangi bir fiili denetim oluşturmayan bu tip anmalar İngiliz tarihçinin “her anma töreni bir unutmadır” sözünde dile geldiği üzere bir kamuflaja, anılan kişiyi etkisiz kılma operasyonuna dönüşen anmalar olarak not edilmelidir. Yücelterek etkisizleştirmek, büyüterek içeriksizleştirmek, anarak unutturmak insanların çok da yabancısı olmadığı hamleler. Üstelik doğrudan hedef almaktan çok daha etkili hamleler. Çünkü bu tarz, sadece anılanı etkisizleştirmekle kalmıyor aynı zamanda ananları da denetimsiz kılıyor. Öyle olmasa kamusal gündemi, ilişki ağı, niteliği bu olan ülkemizin ve tüm bunlarda vebali olan bir kesimin Akif Emre duyarlılığı nasıl izah edilecek?
“Elimizi uzattığımız her şey çürüyor. Belki de dokunduğumuz için biz çürütmekteyiz.” demişti Akif Emre. Doğrusu çürüme devam ediyor ve açık konuşmak gerekirse çürüten kim olduğu konusunda Akif Emre’nin ihtiyatla kullandığı “belki” çok fazla kaşıyor. Evet, çürüyoruz ve çürütüyoruz! Acı ama gerçek bu!
Allah mekânını cennet etsin,…
Allah mekânını cennet etsin, Akif Emre ağabeyin. Endülüs'un ortadan kalkmasindan sonra İspanya'da yaşayan müslümanlar hakkında yaptığı "Moriskolar" belgeseli beni çok etkilemiştir.
Yeni yorum ekle