Özellikle öykü ve roman yazarları okudukları kitaplarla birlikte eserlerini oluştururken kendi hayatlarından ve yaşadığı toplumdan beslenirler. Bazı yazarlar sadece kendi hayat deneyimlerinden yola çıkarak eser verirler. Ama bu kaynak çok sınırlıdır. Bu nedenle bazı yazarlar kendi biyografik dünyalarındaki anlatacakları bittiğinde eser vermeyi bırakır. Bazı yazarlar ise yaşadıkları toplumdan beslenirler. Toplumdan beslenme halinde daha geniş bir alan vardır. Çünkü toplumdaki çeşitlilik ve değişkenlik oldukça fazladır.
Bazı yazarlar kendi hayatlarından ve yaşadıkları toplumdan ziyade okudukları klasiklerden etkilenerek oradaki karakteri ve olayları taklit etmeye çalışır. O klasiklerin yazarları kendi hayatlarından yola çıkarak, yaşadıkları toplum ve dönemi samimi olarak yansıttıkları için bu tür eserler bizi etkiler. Ama onların taklidi olan eserler hem beceriksizce bir tekrar olduğu için hem de gerçeklik duygusu vermediği için bizi etkileme şansı azdır.
Oğlumun ilkokula gittiği dönemlerde bana hikaye yazdığını söylemiş yazdığı hikayeyi göstermişti. Hikayeyi okuyunca karakterlerin hep yabancı isim olduğunu gördüm. Dedim ki "Senin bu isimde arkadaşın var mı yok baba dedi. Hikayede büyücüler geçiyor. "Peki hiç büyücü tanıdın mı?" dedim "hayır" dedi."Peki bunları nereden çıkardın?" dedim. “Baba Harry Potter de var ya" dedi. O sıra Harry Potter fırtınası vardı, çocukların çoğu bu kitapları okuyordu. Çocukların iç dünyasına Harry Potter kahramanları yerleşiyordu. Çocuklara okutulan kitaplar doğru seçilmediği takdirde onları nasıl kendilerine yabancılaştırdığını farkettim.
Yazar Necip Tosun TRT2 de yayınlanan Edebiyat Söyleşileri programında hikaye yazma serüveninin nasıl başladığını anlatırken bir hatırasını aktarıyor. “Rasim (Özdenören) beyi ziyaret ettim. “Rasim abi ben öykü yazıyorum.” “Oo ne kadar güzel” dedi. İki tane öykü yazdım 19-20 yaşlarında olmalıyım o sırada. Ben şöyle tahmin ettim. Rasim Özdenören öyküyü alacak, eve götürecek, okuyacak bana bir fikrini söyleyecek. Rasim Özdenören tam tersini yaptı. “Otur” dedi benim yanımda benim öykülerimi sesli şekilde okudu, bitirdi. Sonra bana döndü dedi ki, “Necip” dedi “intihar etmeyi düşünüyor musun” dedi. “Abi niye intihar edeyim, aklımın ucundan bile geçmez.” “Ya dedi bu 18-19 yaşında bunalım öyküleri yazılır mı?”dedi. “Git aşık ol, aşk öyküleri yaz dedi bu dönemde aşk öyküleri yazılır.” dedi.
Hikayeci Mustafa Everdi de Adem Karafilik’le Edebiyat Yükselişte başlıklı yapılan söyleşide, “Kafka ezilmiş, itilmiş, ötelenmiş bir toplumun yazarıydı. Bizim Kafkavari yazmamız gerekmiyor.” diyerek bu konuya dikkat çekiyor.
Birinci ve ikinci dünya savaşı bunalımlarını yazan batılı yazarları taklit ederek, yaşamadığımız bunalımları yaşıyormuş gibi yazarak büyük sanat ürünleri ortaya çıkarmamız mümkün değildir. Bizim kendi hikayelerimiz vardır. Büyük yazarların eserleri bizim ufkumuzu açabilir. Onlar nasıl hem kendileri hem de toplumları hakkında düşünmüşlerse bizler de kendi hayatımız ve toplumumuzu düşünebilir, ona göre eser verebiliriz. Yabancı klasikleri taklit ve takip şeklinde değil bir esin kaynağı, üslup geliştirme modeli olarak kullanabiliriz.
Yazar kendine yabancılaşmadığı sürece yazdıklarıyla hem kendisinin hem de yaşadığı dönemin haleti ruhiyesini yansıtır. Yazar bir yandan zabıt katibi gibi yaşadıklarını ve sosyal ortamı kayda geçirirken diğer taraftan bunları ruh prizmasından geçirerek hem kendini hem toplumu yeniden üretir. Eserin içinde eleştiri de olur gelecek kurgusu da. Bu nedenle bir sanat eserini okurken eserin yazıldığı dönemdeki koşulları ve toplumsal gelecek hedeflerini de öğrenmiş oluruz.
Toplumsal gerçekliğin aynı zamanda sanatsal fotoğrafını çeken yazar hem kendisi hem de toplumsal gelişmeler konusunda bize bilgi verir. Bu bilgi ansiklopedik bir bilgi değil, insan merkezli bir bakış açısından oluşmuş gözlemlere ve duygulara bağlı bir bilgidir.
Yazar kendine ve toplumuna özgü eserler verdiği takdirde, başka kültürler içinde verilecek eserlere ilham kaynağı oluşmasında önemli bir rol oynar. Nasıl ki genetik mükemmellik birbirinden farklı genlerin bir araya gelmesinden oluşuyorsa aynı kanun yazılan eserler için de geçerlidir. Farklı kültürler içinde oluşan düşünsel ve duygusal eserler yeni sentezlemelerle mükemmel eserlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlar. Taklitle ve küresel rüzgarlara göre yazılan eserlerin mükemmel eserlere ilham kaynağı olması zordur.
Ben mizahi yazılar yazıyorum. Bizim geleneksel mizah anlayışımız kıssadan hisse şeklindedir. Her gülüşün altında bir felsefi bir öz, hayata dair bir ders yatar. Yani mizah hem bir eğitme hem de eğlendirme aracıdır. Oysa günümüz mizahı genellikle sadece zihinleri şaşırtmak, saçmalıklarla, yanlış anlaşılmalarla, cinsel çarpıklıklarla güldürmeye çalışmak şeklinde gelişmektedir.
Mizah bize hayatın aksaklıklarını komik şekilde aktararak gülme duygusu ve ders vermiyorsa, üstelik bir de düşünceden uzaklaştırıp sadece hedonik zevkleri körüklüyorsa, uyuşturucu bir rol oynar. Kendi toplumunun değerlerini bilmeyen, kendi insanını tanımayan mizah yazarı, eğer soğuk Amerikan esprisi tarzında ya da batılı insanın eğlencesine uygun cinsel çağrışımlarla mizah yapıyorsa aynı zamanda kendine yabancılaşıyor demektir.
Yazarın Kendine Yabancılaşması
İstatistikler
Bugün | Toplam | Toplam |
---|---|---|
0 kez görüntülendi. | 94 kez görüntülendi. | 0 yorum yapıldı. |
Yeni yorum ekle