Nietzsche, “ Derin gözüksün diye suyu bulandırdılar” demişti. Bu sözün gerçekliğini günümüzde modern diye tabir edilen savaşların kendine has doğasında bulabiliriz. Modern dönem savaşları eski savaş taktiği karakterinden sıyrıldı. Savaşlar er meydanlarından ( Bu “er meydanı ” tabiri daha ziyade savaşan güçlerin işlediği günahların aklanması içindir) alınıp modern etiketi yapıştırılarak yeni cephelere taşındı. Gerçi adı üstünde bütün savaşlar kirlilik içinde düşünülmelidir. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin kabul edilmiş bir metin olmasından önce nice katliamlar, soykırımlar olmuştur. Eskilerin kanlı tarihçesi kadar, konuk olduğumuz bu zaman da dahil olmak üzere nice vahşetlere maruz kaldı gözlerimiz. Savaşlardaki başkalaşımı bilmek geçmişteki savaşları analiz etmemizi derinleştiriyor; bu sayede bir kaleye bakarken dahi ilk seferde askeri bir hücum ile kalelerin zapt edilemeyeceği gerçeğini bizlere söylüyor.
Gerçekte taşları yıkmak insan bedeni için çok zorludur; bunun için taktik, teknik, akıl ve silah gereklidir. Öncelikli olarak kalenin ardının psikolojik açıdan yıldırılması gerekir. Su yollarının tutulması, şehre yiyecek-içecek girişinin yasaklanması, korkutucu vahşi insan kılıklı azgınların orduların gelmesinden önce bölge de halka işkenceler, insanlık dışı şeyler yapması eski savaşların taktiklerindendir. Bu sistematik eylemlerin tek bir hedefi vardır; o da düşmanı yıldırmak ve çaresizlik içinde bırakmaktır. Hatta daha zalimce yöntemler de denenmiştir. İnsanları bacaklarından ayırmak, ateş ya da kaynar su ile yakmak, parça parça etlerini, organlarını koparmak vs. Maalesef bu listeyi uzatmak çok mümkün. Bunlardan çok az bilineni, ama hinliğin zirvesinde olan bir savaş taktiği ( suçu ) de şudur: Vebalı cesetlerin mancınıklar vasıtasıyla kalelerin içine top güllesi gibi atmak... Eminim sizlerin arasında “işte bu da biyolojik ya da kimyasal silah” diye düşünenleriniz olmuştur. Silah deyince Fatih’in hareketli toplarını veya Bizans’ın su üzerinde de yanabilen mancınıklar ile atılan yanıcı silahını da konuşabiliriz. Bunları o dönemlerin en güçlü ve en ilginç silahları olarak anabiliriz. Bu taktik ve silahlar; savaş algısının karşı karşıya yapılan eril kavgalar görüntüsünün ötesine geçmesini sağlamıştır.
Eski savaşların durumları bunlar olsa da modern savaşlar; sömürme, tek merkez olma istenci dışındaki savaşlar, artık savaş değildir. Savaşlar orduların silahlarını kullanıldığı alanlar da değildir. Savaşlar; sosyal medya ve bizzat kurumsal medya tarafından algıları yönetmeye yönelik muğlaklıkları içinde barındırmaktadır. Bu simülasyon barındıran yapılar içinde savaşan devletler dahil -halkını maniple etmek isteği dışında ve savaşacak askere ya da paraya ihtiyacı olması dışında- savaşta olduğunu resmi dili ile söylemez. Savaşın insanlık adına anlamının kötülüğünden ve çirkinliğinden dolayı bütün devletler savaş kelimesini kullanmaktan bir miktar çekinirler. Tarihi, masumiyet ile bezenmiş devlet ya da halk neredeyse yok gibidir. Bunu çok iyi bilen Nietzsche “ Böyle Söylerdi Zerdüşt “ kitabında devlet aygıtının konuşma şeklini şöyle anlatmıştır.
“ Devlet tüm soğuk canavarların en soğuğudur. Soğuktur söylediği yalanlarda; ve şu yalan dökülür dudaklarından: “ Ben devlet, halkın ta kendisiyim “ (1)
Devletler kitlelerin anladığı dilden konuşur, bireydir hedef olan ama birey, toplumsala sevk edilmiştir. Bireyin yaptıkları ulvi, kutsal, vatani şeylerdir. Bütün yaptığı şeylerde bir kutsallık gözeten bireyin bütün eylemi devleti, dini, vatanı ya da mukaddes değerleri içindir. Devletler sessizce veya gizlice fısıldayabilir kulaklara, bizzat yönlendirdiği örgütler ve paramiliter yapılarının dilleriyle yapabilir bunu. Hayalet gibi görünmeden vesayet savaşlarını yürütür. Aldatılmak, kandırılmak kitlelere kalır.
Savaşta kandırılan unsur değişkenlik gösterebilir. Bazen bu halk olmaz da halkın yöneticisi de olabilir. Hatırlayınız Saddam Hüseyin Birinci Körfez Savaşı’nda ülkesine ilk bombalar düştüğü anda radyo konuşmasındaki ilk cümlesi “Kandırıldık “ olmuştur. Zira Saddam’ın kulağına “Kuveyt’ in petrolünün olmadığı, Kuveyt'te görülen petrolün Irak’ın topraklarının altından kayıp giden zenginlik olduğu “ fısıldanmıştır. Saddam’ın da modern savaşları anlamadığını tartışabileceğimizi düşünüyorum. Saddam da bir nevi gerçek olmayan savaşların zalim aparatı ve kahramanıydı. Jean Baudrillard’ın Körfez Savaşı konusundaki tebessüm ettirdiği yorumlar hariç Baudrillard savaş ve onun simülasyonu, onun dönüşümü değiş-tokuş ve bunların olmadığı zamanlarda lanetli pay dediği bütün görüşleri doğrudur. En azından ben üstadı haklı buluyorum. Onun tabiri ile her şey ekonomik ölçüler ile değiş-tokuş edilmeye mecburdur. Hayat, kelimeler ve ölüm dahil bir değiş-tokuş hissini barındırır. Savaşta bir çeşit simülasyon evreni gereği değiş-tokuştur. Modern savaşlarda görüntüler savaşın fersah fersah önündedir. Savaşan ordular ya da ordular ile savaşan örgütler; savaşın olduğu esnada ne hikmet ise görüntüler çekilmekte ve bu görüntüler üzerinden de savaş yapılmaktadır ya da dünya kandırılmaktadır. Jean Baudrillard bu durumu şöyle anlatmaktadır.
“ Sanki biz orada değilmişiz gibi “ sözüyle “ sanki siz oradaymışsınız gibi “ sözü aynı anlama gelmektedir. Zaten milyon seyirciyi baştan çıkartan şey de işte bu paradoks, bu ütopya olup, programı izleyenler gerçekte “ röntgencilik “ yaparak alacakları zevkten fazlasını almışlardır. Söz konusu olan şey televizyonun sunduğu “ hakikatle “ ilgili bir sır ya da ahlaksızlık değil gerçek ya da hipergerçek estetiğin yol açtığı bir tür ürpertidir. Bu baş döndürücü ve içine hile katılmış gerçeklik duygusunun yol açtığı ürperti; kameranın varlığı ve sunduğu yakın çekimler, normal boyutların dışına çıkılması, aşırıya kaçan bir herşeyi gösterme arzusunun yol açtığı bir tür ürpertidir.” (2)
Modern savaşların anlaşılmaz oluşu kurban ya da katilin kim olduğu, hatta kurban ve katil ekranda görünür durumda olsalar da herkesin katili veya kurbanı kişinin varoluş ortamına göre değişir. Baudrillard’ın ürperti dediği o şeyi biz son yetmiş seksen yıldır yaşamaktayız. Savaşlarda kurban ya da katilin dilinin pürüzlerinden biz bu simülasyonları anlayabiliyoruz. Filistin Sağlık Bakanı'nın cesetlerin içinde; ölümün kol gezdiği bir yerde ve cesetlerin olduğu bu yere kürsü kurdurup dünyaya seslenmesinden de, İsrail’in “ben hastaneyi vurmadım” demesinden de, ABD Başkanı’nın olayların üzerinden günler dahi geçmeden on iki saat süren uçak seyahatinin ardından tek cümle ile “ Bunu siz yapmadınız “ cümlesini de simülasyonlar olarak çok iyi görüyoruz. Savaşın içinde simüle edilen değiş -tokuş ile bir şeyin nasıl bir hiper gerçekliğe dönüştüğünü çok iyi anlıyoruz.
Buradan hareket ile savaş olgusunun dünya da hâlâ varlığı; gizeminin çözülemeyişinde ve yanıltıcı unsurlarında saklı ve savaşın her türlüsüne giydirilen ölü seviciliği, savaşı kurgulayanların niyetlerinde gizli. Savaşın ölüm senfonisini dinlemeye mecbur edilmişiz. Ölümleri yazgı bilmişiz. Ölümleri kolaylaştırmışız ve süslemişiz ölümleri; yaşamın tadını anlatmamız gerekirken. Farkında değiliz aslında savaş tanrılarına kurbanlar sunuyoruz. Savaşın mahiyetini gerçek bir insan ruhuyla anlayabilirsek; şimdiye kadar yanı başında yaşadığımız hayatın ne kadar da anlamsız olduğunu anlayabileceğiz. Yaşadığımız şeyler çok basit ifade edilebilir. Yine Baudrillard’ dan yol alırsak onun gibi:
“2.Ramses’i yok etmek için onu gün ışığına çıkartıp bir müzeye yerleştirmek yeterli olmuştur.” (3) diyebiliriz.
Savaş konusunda, Ramses’in bulunuşu kadar hiç şanslı olamadık. O sebeple algıların, simülasyonların harmanlandığı bir dünya da doğduk. Ruhumuz kadar bedenlerimiz de kullanıldı. Kendi kendimizi yoldan çıkarmak için vaatlere de çok ihtiyaç duymadık. Öteki oluşumuzu sınıfsal toplum dinamiklerini anlayamadığımız için kavrayamadık. Bunu bilen politikacılar bu zaaflarımızı çok iyi kullandı. Onların kendilerini güvene alarak geriden yürüttükleri kurnaz önderlik ile kolayca savaşabildik.
Cezayir Savaşı sırasında da benzer bir senaryoya başvurulmuştu. Bu savaş ve bundan sonraki her savaşın ikinci bir nedeni olacaktır; çünkü silahlı şiddetin gerisinde, rakipler arası bir ölüm kalım mücadelesi ya da öyle gösterilmeye çalışılan bir zıtlaşma vardır( aksi takdirde bu türden olaylar yüzünden insanları ölüme gönderebilmek imkânsızlaşacaktı). (4)
Ölüm fabrikasının hammaddeleri ve ölüm fabrikasına giden yollar çok anlaşılır bir düzeyle anlatılmış. Ölüm ile hayat, bulanların bu devamlılığı sağlama gerekçelerini anlamak için dâhi olmaya gerek yok. Savaş bizim konuğu olduğumuz modern zamanların en absürt müphemliğidir. Dünyada var olan sistemi, Baudrillard’ın her şeyin değiş-tokuş edileceği evreni tanımadan daha ötesinde savaştıranların yerinde olmadan savaş anlaşılamaz. Bu anlam arayışında Truman Show filmindeki kahraman kadar azimli de olamayabiliriz. O yüzden baştan savaşa hayır diyebilmeliyiz.
Baudrillard ile savaş konusuna devam edersek Simülakrlar ve Simülasyon kitabında Vietnam Savaşı ile ilgili Yönetmen Coppala ‘nın “ Kıyamet “ filmini ele alır ve bu filmden bahsederek şunları söyler:
(…) Yaratıcısının usunda Vietnam Savaşı böyle olmuştur, başka bir deyişle ona göre böyle bir savaş olmamıştır. Bizim de Vietnam Savaşı denilen bir şeyin hiçbir zaman gerçekleşmediğine belki inanmamız gerekiyor.
(…)
Bir zafer ya da politika uğruna gerçekleştirilmekten çok psikotropik bir düşe benzemenin yanısıra bu savaşın bir kitle gösterisinden başka bir şey olmadığını kendisine süper film adanarak onurlandırılmasından başka bir şey istemeyen ve savaştığı sırada savaş görüntüleri çeken bir ordunun verdiği sayısız kurbanın sinema salonlarında da gösterilmesinden anlıyoruz. “ (5)
Sinemanın, ekranın büyüsünü anlatmaya devam eden Baudrillard bir sonraki sayfa da kendi anladığı o büyülü camı şöyle anlatmıştır.
…..
“Sinemanın gücü sınai ve askeri araçların gücüne eşit, hatta onlardan büyüktür. Sinemanın gücü Pentagon’la, hükümetlerin gücüne eşit hatta onlardan daha büyüktür.” (6)
Baudrillard’ın sinema ya da ekran dediği şey artık sosyal medyadır.( Sinemanın hâlâ çok önemli işlevi vardır “ Piyanist “ filmi gibi) Kurgu videolar ile tıpkı bizi taşıyan otobüs şoförünün ailesini, kendisini, mahallesini bilmediğimiz bilgisi ile yaşayıp gideceğiz. Hiç de merak etmeyeceğiz şoförün ismini, şoförün bizim hayatımıza etkisi olmadıkça. Sosyal medya da gerçeği araştırmak, olayın sabotesine, örtülmesine, yok oluşuna daha hızlı sebep olacak. Fazladan bir duraktan bakacağız; slogan seslerin, kesin inançlıların ve gösteri toplumunun bütün fertleri ile, bir söz aklımızda kalacak:
“ (...) Simülasyon hakikat ilkesinin yerini almıştır.” (7)
Kaynakça:
1-Friedrich Nietzsche Böyle Söylerdi Zerdüşt İş Bankası Kültür Yayınları Sayfa 43
2- Jean Baudrillard Simülarklar ve Simülasyon Doğu Batı Yayınları Sayfa 54
3- Jean Baudrillard Simülarklar ve Simülasyon Doğu Batı Yayınları Sayfa 29
4- Jean Baudrillard Simülarklar ve Simülasyon Doğu Batı Yayınları Sayfa 68
5- Jean Baudrillard Simülarklar ve Simülasyon Doğu Batı Yayınları Sayfa 94
6- Jean Baudrillard Simülarklar ve Simülasyon Doğu Batı Yayınları Sayfa 96
7- Jean Baudrillard Simülarklar ve Simülasyon Doğu Batı Yayınları Sayfa 20
Emeğinize sağlık.
Emeğinize sağlık.
Yeni yorum ekle