Bayramdan hemen sonra Kaz Dağlarına gideceğim ve gerçeği yerinde gözlemleyeceğim. Çünkü bu konuda yine büyük bir bilgi kirliliği var. Aslında bu durumlarda benim kişisel kanaatim yerin üstünün “altın”dan daha kıymetli olduğudur. Hele de burası bin bir çeşit canlıyı ve endemik bitkiyi bağrında yaşatan, akarsuları, şelaleleri ve oksijen deposu havasıyla ünlü Kaz Dağları ise... Altını çıkaralım mı yoksa böyle doğal haliyle kalsın mı diye sorulsa kişisel tercihim doğal haliyle kalsın olur. Çünkü burası, eşsiz florası (bitki örtüsü), faunasıyla (hayvan çeşitliliği) ve iklimi ile ünlüdür ve sadece şimdi değil dünyanın ve ülkemizin gittikçe çölleştiği acımasız endüstri dünyasında esas olan gelecek nesillere ne bıraktığımızdır. Düşünsenize atalarımız sorumsuz mirasyediler gibi sadece kendi çıkarlarını düşünse ve ülkenin her şeyini har vurup harman savursalardı biz bugün ne düşünür ne yapardık? Böyle bir bölgede yapılacak bu çapta bir madencilik faaliyeti, –özellikle altın madenciliği- sadece bugün kendi çıkarımız için geleceğimizden hırsızlık yapmaktan başka bir şey olmayacaktır. Eğer bu bölge çorak kupkuru bir arazi olsa belki makul karşılanabilir. Fakat durum böyle değil. Altın madenciliği bir yeri delerek yer altına, girilerek orada galeriler oluşturulup yapılan bir işlem değildir. Hektarlarca alanın üzerindeki börtü böcek her şeyiyle tıraşlanarak, tonlarca toprağın/hafriyatın taşınarak elenerek, siyanür ve başka kimyasallar yardımıyla içindeki altının ayrıştırılması gibi karmaşık bir işlemdir. Üstelik bu işlem 20-30 yıl gibi iklimin bile değişeceği kadar uzun bir süreyi kapsamaktadır. Çok zor olduğu için Kanada’lı şirketin temsilcisi alay eder gibi “Türkler iyi taş/hafriyat taşıyor, burada yabancı değil onları çalıştıracağız” diyor. Sadece yerin üstü değil yerin altındaki ekosistem de bir daha asla eski haline gelmeyecek ve iklim bile değişecektir. Çünkü en az 20-30 yıl sürecek bir işlemden bahsediyoruz. Tekrar ağaçlandırılacakmış! Büyük bir cehalet ve yalan. Çünkü orman sadece ağaçtan ibaret değil ki. Bu olsa bile hiç inandırıcı değil. Bir ormanın oluşması binlerce yıl almaktadır. Kaldı ki doğal ormanla suni orman birbirinden farklıdır. Sadece oraya özgü bir çok kıymetli endemik bitki ve hayvan nesli yok olacaktır. Bir kenti bir ülkeyi evi barkı, insanları ve kültürüyle kökünden katledip yok edip, yıllar sonra başka insanları oraya yerleştirerek her şeyi eski haline getirdim demek gibi bir şey bu.
Soru şu: Değer mi buna? İktidar çevrelerinin açıklaması ise şöyle:
“Biz fakir bir ülkeyiz şu an çevre vs. gibi lüks şeyleri düşünecek durumda değiliz. Altınımız varsa çıkarmamız lazım ve ülkemizin yararına kullanmamız lazım. Elbette “çevreci denilen tuzu kuruların” ülkemizin gelişmesine karşı duran tutumlarına ve keyiflerine bırakacak değiliz. Zaten bunlar ülke yararına olan her şeye karşı çıkıyorlar. Karşı çıkışları hiçte samimi değil, ideolojik ve politik. Çünkü TEMA ve çevresindekiler daha önceki iktidarlar dönemindeki çevre felaketlerine karşı çıkmamışlardı. Burası Kaz Dağları değil 40 km uzaktaki Kirazlı Balaban tepesi. Ayrıştırmada kullanılacak su Atikhisar Barajı’ndan değil, başka bir göletten sağlanacaktır. Siyanür kullanılmayacak. Üstelik bu bölgede altın aramak için verilen ilk ruhsat 12 Mart 2001’de önceki iktidarlar döneminde, yani bizim partimiz kurulmadan önce verilmiş. Hem iki yıldır ağaç kesilirken hiç ses çıkarmayanlar ağaç kesimi biter bitmez şimdi düğmeye basmış gibi eyleme geçtiler. Kesilen ağaç sayısı 195 bin değil 13 bin, zaten şimdiden iki farklı noktada 14 bin yeni fidan dikildi. Üstelik CHP’li merkez belediyesi de kendi yetkisindeki her konuda projeye olumlu rapor verdi. Farklı bölgelerde CHP’li iş adamları da buna benzer madencilik faaliyetleri yapmaktadırlar. Madencilik sektöründe 100 binden fazla insan çalışmaktadır, bu gibi olumsuz propagandalar bu insanların ekmeği ile oynamaktadır. Dolayısıyla şimdi tamamen politik amaçlı bir karşı çıkış var. Hem bunlar ülkemizin kalkınmasını istemeyen dış güçlerin maşası...”
Bütün bunlar doğru olabilir fakat bu ortadaki yanlışı ve çıplak gerçeği değiştirmiyor ve arkasından gelen deli soruları cevaplamıyor. Tartışma bundan sonra yukarıda sergilediğimiz bilimsel çıplak gerçekten koparak, ideolojik ve politik bir hal alıyor. Peki gerçekler nedir? Mesele yalnızca bir rakam hesabı mıdır? Kaldı ki söz konusu madeni biz işletmeyeceğimiz gibi alacağımız yüzde konusunda zikredilen en yüksek rakam %8 olarak zikrediliyor. Gerçekten değer mi buna? Fakat benim asıl ilgilendiğim bunlardan öte problemin farklı bir yüzü. Gelecek nesillerinde hakkı olan bir konuda biz bugün nasıl karar vermeliyiz? Hele böyle kimsenin kimseyi dinlemediği, kısır politik çekişmelerin had safhaya vardığı ve bilgi kirliğinin ortasında aklın ve bilimin sözünün geçmediği bir ortamda. Söylediğim gibi bana göre tartışmaya gerek duymadan yerin üstünün -hele de dünyanın en güzel ormanlarından birisi ise- yerin “altın”dan daha kıymetli olduğudur cevabım. Fakat kişisel tercihlerin ötesinde birlikte yaşadığımız bu ülkede bu konudaki fikirler ve tercihler elbette farklı olacaktır. Peki bu konuda kim nasıl karar verecek? Elbette bu memleketin gerçek sahibi halk. Basitçe düşünürsek halkın kendisini politik olarak ifade etme biçimi günümüzde pratik olarak oylama ile gerçekleşiyor. O halde böyle önemli bir mesele de neden referandum yapılmaz? Kıytırık konularda bile referanduma gidilebildiği bir durumda böyle önemli bir karar için referanduma gitmek daha medeni daha demokratik bir yöntem değil midir? O zaman altının şimdi çıkarılarak şimdi kullanılmasını tercih edenlerle, hakkından vazgeçip bu kararı gelecek nesillere bırakmayı tercih edenler ortaya çıkacaktır. Ya da şimdi bizim seçtiğimiz şu an kamu gücünü kullananlar buna karar verecektir. Şu an bu süreç işliyor. Burada da deli sorular geliyor akla. Bu karar nasıl alındı? Kâr zarar hesabı doğru yapıldı mı? Karar alıcılara güvenebilir miyiz? İşte bu soruların cevabı çok şüpheli. Üstelik Türkiye’nin bu politik ortamında, demokrasiye olan inancın ve tahammülün az olduğu, kimsenin kimseye güvenmediği bu günlerde.
Problemin bir başka cephesi ise daha korkutucu. Haydi kendi elimizle seçtiğimiz iktidara ve devletimize güvendiğimizi varsayalım. Bu maden, altın, elmas, petrol işi sadece bir iç mesele değil, uluslar arası dengelerin söz konusu olduğu tam bir güçler savaşı. Bu gibi kaynaklar onu işletecek teknolojiniz ve koruyacak askeri gücünüz yoksa ülke için işgal, iç kargaşa, kaos, savaş, darbe ve terör anlamına gelmektedir. Kısaca teknolojik ve askeri gücünüz yoksa sahip olduğunuz madenler size yarar değil korkunç felaketler getirmektedir. Sadece Afrika, Arap ülkeleri ve Venezüella’ya bakmak yeterli. Emperyalist ülkeler tarafından nasıl yağmalanıyor ve halkları acılar içinde yaşatılıyor. Bu durum ta Batıda 16. yüzyılda başlayan “merkantilizm” denilen devlet politikalarına kadar dayanır. Merkantilizme göre bir devletin refahı, gücü elinde tuttuğu altın vb. gibi kıymetli madenler ile temsil edilir. Bu nedenle arkasından kolonyalizm, sömürgecilik, savaşlar ve işgal dünyanın kaderi haline gelmiştir. Kanlı Elmas, Altına Hücum vb. filmleri izlemek bile bu dünyanın ne kadar zalim ve karanlık olduğunu anlamamıza yeter. Bu nedenle yerin “altın”dan yerin üstü her zaman daha aydınlık ve daha değerlidir. Yerin altındaki bugün olmasa yarın daha güçlü olduğunuzda ve daha iyi, zarar vermeyen teknolojiler geliştirdiğinizde çıkarılabilir. Fakat bu gün aceleci bir şekilde, bu işe çok iyi hesap yapmadan, çok küçük çıkarlar karşılığında, bir mirasyedi gibi girerseniz yerin üstünü de altını da kaybedersiniz. Politik çekişmeler ve ülkenin gündemini işgal eden kaos da ayrı bir maliyet olur. Hep insana yatırım yapmayı, nitelikli insan gücü yetiştirmeyi savunmuşumdur. Bir ülkenin en önemli kaynağı yetişmiş insan gücüdür. Bu güç öncelikle yerin üstünü ve gerekirse yerin altını da değerlendirecektir.
Yine ilginç olan bir başka nokta daha var ki kitle psikolojisini anlamak açısından önemlidir. Şu an sadece Kaz dağlarında değil ülkenin bir çok yerinde madencilik faaliyeti yapılmaktadır. Üstelik bazıları Kaz Dağlarında yapılandan daha ileri düzeydedir. Onlara neden bu düzeyde karşı çıkılmadı? Kaldı ki daha önceki yıllarda da daha fecileri yapılmıştır. İktidar çevreleri bu nedenle karşı çıkışları tamamen politik ve ideolojik bulmaktadır. Aslında haklı gibi görünse de bu savunma tamamen politik bir savunmadır. Çünkü iktidar bunun için, problemleri çözmesi için değiştirilir. Eskiler de böyle yaptı ben de böyle yapıyorum bir savunma değildir. Ayrıca toplumun daha önce ve başka yerler için değil de bugün ve Kaz Dağları için harekete geçmiş olmasını tamamen politik ve dış güçlerin etkisi olarak yorumlamak da doğru değildir. Toplumsal hareketler çoğu zaman semboller, sloganlar etrafında birleşir. Kaz Dağları bir semboldür. Toplumsal hareketleri içinde barındıran sivil toplum gelişen, gittikçe bilinçlenen bir güçtür. Dün karşı çıkmamış olması bir sürpriz değildir. Elbette içinde her türlü fikir, görüş, tavır ve provokasyonu da barındırır. Demokratik bir yönetimin yapması gereken toplumsal hareketi iyi analiz ederek onu demokratik bir enerji olarak görmek ve yanlışları ayrıştırarak, müzakere ve ikna etmektir. Bunun için de açık ve şeffaf olmak, toplumu bilgilendirmek önemli bir başlangıç noktasıdır. Bugün problemin iktidar açısından önemli yanlarından birisi de budur. Çünkü daha dün yaşadığımız Gezi Hareketi ülkemize maliyeti açısından önemli bir örnek olarak hala önümüzde durmaktadır.
Madenciliği elbette sadece merkantilist politikaların uluslararası eşkıyalığına indirgeyerek incelemek doğru değildir. Çünkü madencilik Endüstri devrimiyle birlikte ülkelerin kalkınma yolundaki en önemli ekonomik altyapısı haline gelmiştir. Fakat bu yer altı faaliyeti, yer üstündeki en kadim, hayati ve vazgeçilemez tarım faaliyetlerine de feda edilmemesi gerekir. Ormancılık daha masrafsız ve doğal haliyle tarım faaliyetlerinin ön koşulu ve önemli bir bileşenidir. Ülkenizin mevcut teknolojisi, kaynakları ve uluslararası güç dengelerini iyi hesap ederek bu konulardaki politika ve yatırımlarınızı en rasyonel ilkelere göre yürütmeniz gerekir. Yer üstündeki yapmanız gerekenleri yeterince yapmayıp, işin kolayına kaçarak, üstelik kendinizin beceremediği yer altındaki bir değeri düşük bir kazanç karşılığında bir mirasyedi gibi gelecekten de çalarak, yabancı ortaklarla bölüşmek kimseye doğru gelmeyecektir. Dolayısıyla bu sadece bir politik tercih meselesi, yada bugünkü iktidarın meselesi değildir. Hepimizi bağlayan bir ülke politikasıdır.
Sonuç olarak şu anda devam eden bu problemle ilgili kamuoyunun bilmediği birçok karanlık nokta vardır. Eğer akıllı ve gerçekçi kararlar vereceksek önce somut bilgilere ihtiyacımız vardır. Kaz Dağlarında ya da Kirazlı Tepe’de tam olarak ne yapılmaktadır? Kimler tarafından yapılmaktadır, yerli ve yabancı ortakları kimlerdir? Bu ortaklıkta ki hisse ve dağılım miktarı nedir? Net olarak devletimizin yüzdesi yani kamu yararı nedir? Ne kadar bir alanı kaplamaktadır? Ne kadar sürecektir? Ne kadar ağaç kesilecektir? Sonuçta ne olacaktır? Bu soruları çoğaltabiliriz. Bu konularda bilgimiz var mı? Daha da önemlisi bu bilgiler ve süreçler neden şeffaf değil? Neden kamuoyu yeterince bilgilendirilmiyor? İşte burada ulusal güvenlik mevzuatı ve devlet sırları gibi duvarlar çıkıyor karşımıza. Çünkü mesele sadece bu iktidarla ve bir politik görüşle bağlantılı bir mesele değil. Uluslararası güç dengeleriyle ve büyük sermaye çevreleriyle ilgili bir meseledir. Bu nedenle bakanlığın yaptığı açıklama çok yetersiz ve hiç inandırıcı değil. Maden alanı Kaz Dağları değil Kirazlı mevki deniyor. Ortada dolaşan bilgiler çok kafa karıştırıcı. Madenin %4 gibi çok düşük bir oranla Kanadalı bir firmaya ve yerli ortaklarına verildiği ifade ediliyor. Daha önce bu bölge FETÖ’nün şu an yurtdışına kaçan Akın İpek’in sahibi olduğu İpek holding ve yabancı ortakları tarafından işletiliyordu. Bu ortaklardan hala devam eden var mı? Yani FETÖ buradaki çıkarlarını yabancı ortaklar üzerinden devam ettiriyor mu?
Bence en önemli kısmı ise çevresel kısmı. Altın Madeninde Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporuna aykırı işlem yapıldığı artık herkes tarafından biliniyor. Kirazlı Altın Madeni Projesi, Mart 2019’da Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’ndan inşaat faaliyetlerine başlamak için işletme iznini aldı. Projenin ilk aşamaları proje alanındaki ormanların ve diğer bitki örtüsünün tıraşlanması ve 45.650 ağacın kesilmesi olarak planlanmıştı. Haziran ayının ortasında yapılan tıraşlama ile maalesef ormanlarda büyük bir yara açıldı. Uydu görüntüleri üzerinde yapılan incelemeler, maden sahası ve yol bağlantıları için yaklaşık 195 bin adet ağacın kesildiğini ortaya koyuyor. Buna göre ÇED raporunda belirtilenden 4 kat daha fazla ağaç kesimi yapılmış. İşin siyanür kısmı ise daha feci. Çanakkale merkeze 30 km uzaklıkta olan maden alanı aynı zamanda 180 bin insanın tek su kaynağı olan Atikhisar Barajı ile aynı su havzasında yer alıyor. Kaz Dağları’nın kuzey yamacında, meşe, çam ormanları ile birlikte dünyada sadece Türkiye’de yaşayan 7 bitki türünün yaşam alanı üzerine kurulması planlanan maden projesi hayata geçtiğinde 20 bin ton siyanür kullanacak ve siyanürle birlikte arsenik gibi birçok ağır metal ortaya çıkacak. Bütün bir kentin tek su kaynağı, Kaz Dağları’nın dereleri, yer altı suları, tarım alanları kirlilik; ormanları ve nadir bitkileri ise yok olma tehlikesi ile karşı karşıya.
Kısaca bu tartışma çok orman ve su götürecek.
Ben ise kafamdaki soruları cevaplayabilmek ve oradaki toplumsal tepkiyi yerinde inceleyerek önümüzdeki dönem vereceğim “Toplumsal Hareketler” dersine hazırlık yapmak üzere oraya gideceğim. Dönünce yazının ikinci bölümü gelecek.
Ramazan hocam kaleminize
Ramazan hocam kaleminize emeklerinize sağlık.
Ramazan Hocam,
Ramazan Hocam,
Kaleminize, fikrinize ve yüreğinize sağlık.
Devamını sabırsızlıkla bekliyoruz.
Yeni yorum ekle